MİTOLOGYA, KİTAP SANATI VE CAN GÖKNİL
MİTOLOGYA, KİTAP SANATI VE CAN GÖKNİL
Metin AND
Can Göknil’in son yıllarda açtığı kişisel sergilerindeki resimleri, mitologya konuları çevresinde bir bütünlük gösteriyor. Sanatçı için mitologya en zengin, en evrensel kaynaktır. Nitekim Batı’da ressamlar, heykeltıraşlar, oratoryo ve opera bestecileri, libretto yazarları, koreograflar, şair ve yazarlar çoğunlukla bu zengin kaynaktan yüzyıllardır yararlanıyorlar. Bizde ise bir iki şair, bir iki besteci ve oyun yazarı dışında bu kaynaktan yararlanmamışlardır. Can Göknil mitologyada karar kılmış bir sanatçımız. Mitologyada konusunu seçtikten, onu derinliğine inceledikten sonra eserini yaratma sürecine başlıyor.
Mitologyanın beş ana dalı vardır. Bunlardan birincisi tanrıların nasıl oluştuğunu açıklayan Teogoni; evrenin nasıl yaratıldığını inceleyen Kozmogoni; insanın nasıl türediğini inceleyen Antropogoni; insanların geleceği, yaşamı ve dünyanın nereye gideceği, ruhun ölümsüzlüğü, cehennem, cennet, ölenlerin belli bir sonda yeniden dirilişleri, kıyamet gibi geleceğe ilişkin konuları kapsayan Eskatologya; beşinci ana tür ise Etioloji’dir. Bunlar bir olgunun, bir kurumun, bir adın, bir nesnenin kökeni, bir doğa öğesinin kökeni ve nedenini açıklayan öykülerdir. Çok eskiye uzanırlar ve çok yaygındırlar. Anadolu’da bir dağın, bir ırmağın, bir gölün nasıl ve neden oluştuğunu, bir canlının nasıl oluştuğunu gösteren, çok sayıda ve efsane diye adlandırılan mithoslar vardır. Bunlardan başka mitologyanın çok önemli bir alanı da doğaüstü güçleri olan destan kahramanlarını yücelten mithoslardır. Bunların kimi kurgu kişiliklerdir, kimileri ise destan boyutlarında gerçek kişilerdir. Örneğin Hz. Ali, Büyük İskender, Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza vb. destanlaşmış gerçek kişilerdir. Dev destanlar arasında İskendernâme, Battalnâme, Saltuknâme, Hamzanâme, ve Danişmendnâme’yi sayabiliriz.
Mitologyanın iki boyutu vardır: Biri dikey öteki yatay. Dikey olanı çok eskilerden başlayıp, tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarından geçerek günümüze ulaşan boyutunu, yatay olanı ise mitologyanın yaygınlığını, evrenselliğini gösterir. Dikey boyut, dar bir toprak parçasının, toprağın en altından başlayarak aynı inancın katmanlaşarak toprağın yüzeyine çıkmasıdır. Bunu iki örnekle anlatabiliriz. Önce Suriye’den bir örnek: Yıllarca önce Suriye’de bir bölgede bir yabancı şirket demiryolu döşeyecekmiş. Planlara göre Müslüman halkın çok büyük saygısını kazanmış bir evliya türbesinin yıkılması gerekiyormuş. Halk buna çok öfkelenmiş, şirket halkı yatıştırmak için büyük para karşılığında köylülerin işbirliği ile türbenin taşlarını numaralayarak biraz ileriye taşınmasına karar vermiş. Ancak türbe aldırıldıktan sonra bunun altından bir Hıristiyan azizine ait birtakım izler, kalıntılar bulunmuş. Daha da derine inilince çoktanrılı dinlere ait kalıntılarla boynuzlu bir yaratığın heykeli çıkmış. Türkiye’de bunun sayısız örnekleri vardır, özellikle kiliseden camiye çevrilen yapılarda. İstanbul’dan bir örnek: Yuşa Tepe’sinde Yuşa mescidi, tekkesi, yatırı örneği gibi. Bunun Tevrat peygamberlerinden Hz. Yuşa olduğunu ileri sürenler olmuşsa da bu ya aynı adı taşıyan bir evliya ya da aziz, havari olabilir. Başlangıçta burası Zeus sunağı idi. Bizans döneminde Hagios Mikael Kilisesi oldu. Osmanlılar buraya bir mescit ve tekke yaptılar. Bir ara buraya Yuşa Aleyhisselâm Dergâhı dendi.
Mitologyanın yatay boyutuna yani yaygınlığına bir örnek verebiliriz. 1960 yılında oyun yazarı Güngör Dilmen’in Frigya’nın efsane Kralı Midas üzerine yazdığı üçlemenin birinci oyunu Midas’ın kulakları oynandığında çok ses getirdi. O tarihte merak etmiştim, bu efsanenin başka kültürlerde benzeri var mı diye. Kısa bir araştırma sonunda Fas’ta, İran’da, Hindistan’da buldum. Ufak tefek farkların dışında hepsi birbirine benziyordu. Fakat beni asıl ilgilendiren bu öykünün tıpatıp benzerini, Kâşgar’ın Kuzeyindeki Issık Kül’ün (Issık Göl’ün) oluşumunu açıklayan efsanesinin Kırgız çeşitlemesinde buldum. Bugün Issık Göl’ün olduğu yerde eskiden bir kent varmış. Bir tufanda kent ve kentte yaşayan halk yok olmuş, yerini Issık Göl almış. Efsane bunu şöyle açıklıyor: Bu kentte hiç çocuğu olmayan bir Han varmış. Tanrı’ya çok yakarmış, sonunda çocuğu olmuş. Çocuğa Yeni Han adını koymuşlar. Çocuk eşek kulaklarıyla doğmuş. Bu kulakları kimse görmesin diye baba ölümüne kadar çocuğu gizlemiş. Han’ın ölümünden sonra Yeni Beg, babasının yerine Han olunca kendisini tıraş eden her berberi öldürtmüş. Ancak akıllı, genç bir berber Han’ın güvenini kazanmış, sırrı söylemeyeceğine yemin ettikten sonra arkadaş olmuşlar, Han onu başvezir yapmış. Bir gün Han ile berber ava gitmişler, doğanlarını salıvermişler. Berber kendini tutamayarak “Benim doğanım, eşek kulaklı Han’ın doğanından daha hızlı” diye sevinçle bağırmış. Hemen kendine gelince başına neler geleceğini bilerek dağlara kaçmış. Arada bir geceleri kente gelerek bir kuyunun başında, kuyuya doğru halka zulmeden bu Han’dan kurtarması için Tanrı’ya yakarırmış. Dileği yerine gelmiş, kuyu taşmaya başlamış, öylesine taşmış ki bütün kent sular altında kalmış, böylece Issık Göl oluşmuş. Doğan çocuğun eşek kulakları ile doğması bir Tanrı cezasıdır. Frigya öyküsünde Apollon ile Pan arasında bir müzik yarışmasında hakemlik yapan Kral Midas Apollo’un liri yerine Pan’ın flütünü beğendiği için Apollo’un hışmına uğramış, eşek kulaklı olmuş. Peki Kırgız efsanesinde, kim niçin cezalandırılmıştır? Yıllarca Han’ın çocuğu olmazken birden çocuğu olunca, karısı Han’ı mutlu kılmak için çocuğu evlilikdışı peydahladığından cezalandırılmıştır. Ya da Han halkına karşı çok zalim olduğu için Tanrı cezasına uğradığı da bir olasılıktır.
Can Göknil bu sergisinde “Resimli Yazma”lardan yola çıkarak “Kitap Sanatı” üzerine bir sergi oluşturmuş. Yanılmıyorsam bir ressamın sergisinde bu ilk kez oluyor. Baskı tekniğinin bilinmediği dönemlerde yalnızca yazma kitaplar vardı. Baskı tekniğinin bulunması Avrupa’da daha erken bir tarihte gerçekleşmiş, bizde ise uzun bir süre sonra, ancak 18. yüzyılda başlamış, yaygınlaşması ise 19. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Osmanlı kitap sanatı kolektif bir sanattır. Bu bakımdan Kitap Sanatı yerine Kitap Sanatları demek daha doğru olur. Osmanlıda minyatürlü kitaplar iki kesimdir: Bir metne bağlı olarak bunu resimleyen yazmalar ve bir de murakka denilen metinsiz albümler vardır. Bunların içinde yazı örnekleri, tezhip örnekleri de bulunur. Yukarda da belirttiğim gibi bu kolektif çalışma içinde bir kitabın hazırlık sürecinde değişik sanat dallarından sanatçılar bu orta hedef için çalışırlar. Önce kâğıdın mürekkep ve boyayı emmesi, belirgin bir biçimde gözükmesi ve dayanıklı olması için kâğıt “terbiye” edilir. Buna aharlamak denir. Oldukça karmaşık bir işlemi gerektiren bu çalışmayı yapanlar da sanatçıdır. Başta metin yazarı, şair, yazar, çevirmen gelir. Şairler ön sıradadır. Örneğin ‘şehnâmeci’ denilen tarihçiler bile çoğunlukla tarihlerini manzum yazarlar. Bu metni kâğıda geçiren hattatlardır. Denilebilir ki hat sanatı Osmanlı sanatları içinde en önemlisi, en seçkinidir. Bir yazmanın okuru ve seyircisi yalnızca kitabın sahibi, o yazmayı elinde bulunduran ve onun yakın çevresidir. Oysa hat sanatı yazma kitaptan başka levha ve taş üzerinde camilerin duvarlarında, binaların girişinde, çeşmelerin ve mezar taşlarının üstünde çok sayıda insanın görebileceği yerlerde de olabilir. Can Göknil’in sergisinde de sergiye gelen herkes buradaki kitapların sayfalarını istediği gibi çevirip bakabilir.
Öteki sanatlara gelince bunların arasında kâğıda altın serpme işlemi (zerefşân), yaldız ve mürekkeple çerçeveler çizenler (cedvelkeş), çiçek bezemeleri yapanlar, tezhip yapan müzehhipler, kâğıtla ince oymacılık yapanlar, eğer yazma minyatürlü ise nakkaşlar vardır. Bunlar da minyatürün değişik alanlarında uzmanlaşmış sanatçılardır. Kitabın cildinde de çeşitli sanatçılar çalışır. Deri, atlas, kadife gibi malzemeyle hazırlanan cilt kapakları üzerine elmas, yakut, inci, zümrüt ile bezemeler yapanlar, ayrıca ciltte lake, ruganî, edirnekârî denilen teknikleri kullanan sanatçılar ya da cilt kapağına manzara resimleri yapanlar, deri cilt kapağına gömme tekniği ile resimler, şekiller yapan sanatçılar vardır. Cilt kapaklarının içine ya da minyatürlerin çevresine ebru yapan sanatçılar ya da minyatür çevresine altın yaldızla, hayvan, kuş yaratıklar, bitkiler çizen sanatçılar vardır. Bu sonuncuya benzeyen uygulamayı Can Göknil’in resimlerinden bazılarında buluyoruz. Bunlar çerçeve dışı resimlerdir. Kısaca Osmanlı’da yazma kitap bir sanatlar bütünü, bir total sanattır.
Türkiye, baskı tekniğine çok geç de olsa geçerken yüz yıl sonra ama dünyadaki yaygınlaşmasıyla eşzamanlı sayılabilecek bir dönemde taşbaskı tekniği de Türkiye’ye girmiştir. Önce 1831’de Henry Cayol, 1869’da da Antoine Zellich İstanbul’da taşbaskı atölyeleri kurmuşlardı. Taşbaskı tekniği kitaplar en çok resimlenmiş halk hikâyesi kitaplarında görülür. Denebilir ki resimli taşbaskı kitaplar bir bakıma minyatürlü yazmalara benzer. Çünkü resimler, gene resmin içine giren yazılar ve metin yazıları elle yapılır, bir bütün oluştururlar. Bir bakıma Can Göknil’in sergisindeki kitaplar bu ikisinin arasında yer alıyor. Resimler gravür oldukları için baskıdır ama gravürler sonradan elle boyanmasından ötürü minyatürlü yazmalara benzer. Yazılar da elle yazılmıştır.
Can Göknil’in sergisinde büyük boy beş kitap var. Ayrıca duvarlarda da gravürler ve yukardan aşağıya sarkan ensiz tomarların üzerlerinde de küçük resimler bulunuyor. Sergiye gelenlerin duvarda asılı resimlerle, beş kitabın sayfalarını çevirirken boş zamanları kalmayacak, çünkü incelenecek o kadar ilginç malzeme var ki! Sergiye adımınızı atar atmaz Can Göknil’in ilginç, zengin ve fantastik dünyasına giriyorsunuz.
Özgürce sayfalarını çevirebileceğiniz beş kitap, Osmanlı yazmalarının başlıklarını taşıyor. Bunların konularında ağırlık büyü, fal, gökcisimleri, melekler, cinler ve yaratıklar olarak özetlenebilir. Beş kitap içinden de büyük boy kitap Davetname başlığını taşıyor. Yazarı Firdevsî-i Tavîl (Uzun). Yazar üç padişah döneminde yaşamıştır: Sultan II. Mehmed (Fatih), Sultan II. Bayezid, Sultan I. Selim. Özgün yazmada 141 resim yer almıştır. Bunlarla ilk tanışmamızı Malik Aksel Anadolu Halk Resimleri adlı kitabıyla sağlamıştır. Bu resimler o zaman büyük ilgi uyandırmış, öyle ki buradan çok sayıda başı olan cin resmini Gülriz Sururi-Engin Cezzar topluluğu program kapaklarında, afişlerinde kullanmışlardır. Ancak eşsiz 15. yüzyıl resimli yazmasını Boğaziçi Üniversitesi’nden Fatma Büyükkarcı, Harvard Üniversitesi “Türkçe Kaynaklar” dizisinde çıkan kitabında Davetnâme’nin tıpkı basımını, transkripsiyonunu verdiği gibi yazar ve eserini, eserdeki resimleri, bilimsel yöntemle incelemiştir. Kitap tılsım, büyü gibi konuların yanında bütün gökcisimleri üzerine bilgilerle, bilimsel bir danışma kitabıdır.
Davetnâme’nin yazarının Hz. Süleyman üzerine Süleymannâme adlı eseri, çeşitli kaynaklara göre 330 ve 380 cilt arasında değişen dev bir eserdi. Sultan II. Bayezid eseri çok uzun bulmuş, bunun 80 cildini alıkoyarak öteki ciltleri yaktırmıştır. Çok uzun bir eser yazmış olduğu için de yazarı “Uzun” lakabı ile anılmaktadır. Bu eserin başlangıcı Dublin’deki Chester Beatty Kitaplığı’ndadır. Bu ciltte çift sayfa büyük boy iki minyatür bulunmaktadır. Davetnâme’deki resimler ne kadar sıradışı ise bu iki minyatür de öylesine öteki minyatürlerinden farklılık gösterir. Her iki eserdeki bu resimleri bilimkurgu filmleri çeviren Hollywood yapımcıları görseler kıskanırlardı. 1998’de yayımlanan Minyatürlerle İslam-Osmanlı Mitologyası adlı kitabımda, minyatür olmadıkları için Davetnâme’den yalnızca üç resim aldım, ama Süleymannâme’den iki minyatürü büyük boyda renkli olarak yayımladım. Sanırım bunlar renkli olarak ilk kez yayımlandı. Can Göknil Davetnâme’den yola çıkarak konuyu üç bin yıl önceki uygarlıkların mitologyasına kaydırmış, tablet fikrinden yararlanarak bunları 9 muskaya dönüştürmüştür.
İkinci kitap Hayretname’dir. Bu başlık altındaki Osmanlı yazmaları fal üstüne olmakla birlikte Can Göknil bunu masal tekerlemelerine dönüştürmüştür. Çeşitli işlevleri olan çocuk oyunlarının tekerlemeleri, masal tekerlemeleri ve Ortaoyunu’ndaki rüyaya dayanan tekerlemeler halk edebiyatındaki usdışı ve gerçeküstücülüğün en çarpıcı örnekleridir. Özelikle Karagöz’ün temel oyunlarından Tımarhane oyunu, tekerlemeler bakımından çok zengindir. Can Göknil gerçekten yazmanın adı gibi hayret verici tekerleme örneklerini resimlemiştir.
Sergide bir kitap da 2 ciltlik Yıldızname’dir. Bunlar 12 burç üzerinedir. Bir cildi güneşe bağlı burçlar, bir cildi de aya bağlı burçlardır. Her burç Hülya Onur’un dizeleri eşliğinde sunuluyor. Burç adlarının Osmanlıcaları verilmiş. Aslında Osmanlı yazmalarında yalnızca burçlar değil gezegenler, bütün takımyıldızlarla gökcisimlerinin hepsi verilir. Bildiğim kadarıyla yalnız burçlara ayrılmış bir tek minyatürlü yazma The British Library’de bulunmaktadır. Bu yazmanın başlık sayfası kopuk olduğu için özgün adı bilinmemektedir. Buradaki 12 burcun hepsini yukarıda adını verdiğim kitabıma alırken bu yazmanın adını Burçlar Kitabı koydum.
Sergide 5. kitap Falname’dir. Topkapı Sarayı Müzesi’nde bu adda 35 minyatürlü bir yazma vardır. Gene Topkapı Sarayı Müzesi’nde Fâl-ı Kur’an adında Farsça 60 minyatürlü bir ikinci yazma bulunmaktadır. Buradaki minyatürlerin çoğu dini konularda, özellikle peygamberlere dairdir. Fâlnâme bir türdür, bu İslam’da ve başka kültürlerde de bulunur. Osmanlı Fâlnâme’sini Sultan I. Ahmed’in vezirlerinden Kalender Paşa hazırlattırmıştır. Bu kitabın gelişigüzel bir sayfasını açan kişi için bu sayfadaki minyatür ve onunla ilgili metin, onun falı sayılır. Bunlar büyük boy minyatürlerdir. Bunları kim yapmıştır? Evliya Çelebi, Seyahatnâme’sinde çağının minyatür sanatçılarını tanıtırken bunları 4 grupta toplamakta ve her birinin hangi konularda çalıştıklarını, sayılarını vermektedir. Bu dört gruptan birinin adı Esnâf-ı Fâlcıyân-ı Musavvir’dir. Bu grupta yalnız bir sanatçı vardır. Falına bakılana şiir ve anlatı yoluyla bu açılan sayfadaki minyatürün öyküsünü anlatır. Büyük bir olasılıkla Fâlnâme’nin minyatürlerini de bu sanatçı yapmıştır. Sanat tarihçilerimizden Nurhan Atasoy, Banu Mahir de Topkapı Sarayı Müzesi’nde böyle büyük boy minyatürler bulmuşlar, bunların bir anlatı eşliğinde gösterildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu gelenek İran’da çok yaygındır. “Perdedârî” denilen hikâye anlatıcılar hikâyenin bütün oluntularının bulunduğu bir perde önünde dinleyicilere Kerbelâ olaylarını anlatırken eliyle perde üzerindeki ilgili resmi de işaret eder. Uygurlarda da eskiden kutsal metinleri dinleyicilere anlatırken bunu resimlerle yaparlardı, bu gösterimi “görmük” diye adlandırmışlardı. Can Göknil’in Falname’sinde istediğiniz bir sayfayı açıp falınıza bakabilirsiniz. Ne var ki iyimser sanatçının Falname’sinde hangi sayfasını açarsanız açın kesinlikle falınızda olumsuz bir şeye rastlamayacaksanız.
Osmanlıların “ilm–i nücûm” ve “ulûm-ı garibe” dedikleri bu dünyayı minyatür ressamları olağanüstü hayal gücüyle yaratmışlardır. Can Göknil gerçek bir sanatçı kimliğiyle bu dünyayı tanımış ve buradan kendi hayal gücüyle ve çağdaş bir anlayışla kendi fantastik dünyasını yaratmıştır. İlerdeki sergilerinde kim bilir bizleri hangi düş ülkelerine yolculuğa çıkaracaktır.
SÖZLE GÖZ KARDEŞLİĞİ
Güven TURAN
Nicedir Can Göknil bizi yaratıcılığın çekirdeğinde, mitologyalarda gezdiriyor. Orta Asya’da başladı serüvenimiz, Anadolu’ya sıçradı, Yakındoğu’da gezindi, yeniden döndü Anadolu’ya… Bir İ.Ö. üç bin yıllarının ardındaki sisler içinde kayboldu, bir Yaşar Kemal’in söz tahtı kurduğu yakın zaman efsanelerinden görsellikler yaşattı… Şimdi, bu sergide, duvarlara bakmayı bir süre erteleyerek, önce şu önümüzde özel masalarında duran beş deri kaplı kitaba yaklaşalım… Bu koyu renkli, kalın derili, ama besbelli dokununca bir yumuşaklık duyumsatacak cildin kapağında Can Göknil’in imzadan öte bir tuğra gibi duran, ondan da öte bence bir büyü mührü olan adı çekiyor dikkati; sonra da adı kitabın: Davetname. Kapağını kaldırdığımızda, sayfaları çevirdiğimizde, karşımıza Kuş Adam Anzu’nun ve Kader Tabletleri’nin öyküsüyle on bir muska çıkıyor… Can Göknil, Davetname’sinin onbeşinci yüzyıl sonu ile onaltıncı yüzyıl başlarından kaldığı sanılan Balıkesirli Uzun Firdevsi’nin yazıp resimlediği Davetnâme’den esinlendiğini söylüyor ama bu Yakındoğulu yapıt birden binlerce yıl geriye gidiyor ve Mezopotamya uygarlıklarının silindir mühürleriyle kaynaşıveriyor. Bu (tamı tamına atom fiziğindeki anlamıyla kullanıyorum bu sözü) “füzyon”, yepyeni bir dünya açıyor önümüze. Yepyeni bir bakış getiriyor.
Üzerinde Falname yazılı cildin kapağını kaldırmadan bir durup düşünmenizi öneririm… Açtığınız sayfa geleceğinizden haberler verecek… Hele bir de bir niyet tuttuysanız! Örneğin “ben acaba ne olacağım?” diye sordunuzsa içinizden, açtığınız sayfada “Falcı olmak”la, “Yolcu olmak”la, ne bileyim, “Âşık olmak”la ya da Tanrı korusun, “Şair olmak”la karşılaşabilirsiniz… Siz iyisi mi “Neyse hâlim, çıksım fâlim!” demeden, birinci sayfasından açın kitabı ve sayfa sayfa yürüyün ve okuyun Falname’nin resimlerini… Onyedinci yüzyılda yaşamış bir nakkaşla yirmibirinci yüzyılda yaşamakta olan bir ressamın buluşmasından doğan güzelliklere bakın.
Sıraya Hayretname’yi koyun derim… Birinci sayfada karşılaşacağınız şu dizeler, yaşayacağınız söz ve göz serüveninin anahtarını da veriyor elinize: “Bir varmış bir yokmuş/ Allahın deli kulları pek çokmuş/ Bizden daha delisi hiç yokmuş.” Ve çeşitli masal derleyicilerin yapıtlarından alınarak kurulan bu tekerleme, akıp gidiyor. Masal bir türlü başlamıyor ama, tekerleme, eşlik ettiği resimlerin kıvrak alaycılığıyla, yer yer gerçeküstücülere şapka çıkartır bir hayalgücü çağlayanıyla, akıp gidiyor. Bu kitapta bize “Hayret!” dedirten de usun sınırlarını zorlayan bu dünya. Ionesco’yu, Beckett’i hayran bırakacak bu “absurd” dünya sadece bir söz hoşluğu da değil, bir eleştiriyi de çevreliyor ve Can Göknil bu eleştiriyi de aktarıyor bize, sözü dirilten resimlerinde.
İki cilt kaldı, kapağı kaldırılacak. Her ikisinin de üstünde Yıldızname yazılı. Falname’ler gibi kapağını kaldırır kaldırmaz kaderimizin üstündeki örtüyü de kaldırdığımız kitaplardan değildir Yıldızname’ler. Herşey zaten doğumumuzla olmuş, bitmiştir ve doğum anımızdaki burç, belirlemiştir bizi… Can Göknil’in Yıldızname’lerinde de köklü bir geleneğin yapısı olduğu gibi korunuyor. Önümüzde iki cilt var çünkü eski Ortadoğu Yıldıznâme geleneğine göre burçlar iki ana başlık altında sınıflandırılıyorlar: “Burûc-i Kamer” yani “ Ay Burçları” ve “Burûc-i Şems” yani “Güneş Burçları”. Sadece on iki burç yer almıyor bu kitapta. Ayrıma göre başta Güneş ve Ay var ve sonlarında da hepsini bünyesinde barındıran “Sema”. Can Göknil, diğer kitaplarda da olduğu gibi bu kitaplarda da klasik Yıldızname’lerdeki minyatürleri bütünüyle kendi resmi kılıyor. Can Göknil çizgileri, Can Göknil renkleri ile canlanıyor on iki burcun simgeleri.
Kitapları kapattığımıza göre artık duvarlara bakabiliriz. Oralarda az önce kitaplarda gördüklerimizi, yepyeni bir yorumla yeniden yaratıldıklarını göreceğiz. Uygulamalar elbette birebir aynı değil. Nüanslar, yaratıldıkları anların duygu durumlarının, hatta belki de hava durumlarının süzgecinden geçmiş olmalı. Her bir izlek için seçilen figür ya da “ikon” ya da simge (belirlemek ve adlandırmak kolay değil pek) elbette kitaptakinden farklı değil, hatta aynı. Ama gerçekten ikona tadındaki ahşap üzerine yapılmış “dua tabletleri”nde ya da “askı”larda sanatçının her yaratışta değişen ve değiştiren eli fark ediliyor.
Ayrıca, kitaptaki sayfaları yineleyen, bağımsız özgün baskılar da var. Bunlar da özgün baskının aynılığıyla farklılığını sayfa sayfa yineliyor. Böylece, örneğin bütün kitabı alamasanız da burcunuzun sayfasını ya da falınızı ya da sevdiğiniz kişininkileri, alıp götürebilirsiniz.
Yaratıcılık serüvenlerini merakla ve ilgiyle izlediğim sanatçıların sergilerinden sonra hep sorarım kendi kendime: “Gelecek sergide ne olacak? Neyle karşılaşacağız?” Can Göknil binlerce yıl eskilerden başlattığı mitologyaları, mitleri yeniden yorumlamada Osmanlı Klasik Dönemi’ne kadar geldi. Bundan sonrası ne? Geçtiğimiz yüzyılın yani Yirminci Yüzyıl’ın mitologyaları mı?
SONSUZLUK YOLU
Godfrey GOODWIN
Bu serginin merkezinde, Zodyak’taki burçların resmedildiği bir dizi kitap yer alıyor. Ziyaretçiler sayfaları karıştırarak resimleri incelemeye davet ediliyor; onları sırasıyla incelemek, tüm önemli gravürler ve tablolarda olduğu gibi, izleyici ile sanatçı arasında özel bir sohbet yapılıyormuşçasına içten bir hava veriyor yapıtlara. Bu ilişki, izleyicinin resimlerdeki gizemli derinliği görmesine ve içlerindeki dili kavramasına yardımcı oluyor.
Bir de bu yapıtlar daha geleneksel bir sergi oluşturmak üzere çerçevelenmiş, onları incelemek de doyurucu. Göknil’den sıradışı bir derinlik kullanımı beklemeyi öğreniyorsunuz, sanatçı gelenek haline getirmiş bunu. Perspektifi oluşturan, bir katmanlar labirenti; büyüğü de var, ortak bir düzlemi olmayan parçalardan oluşanı da: çünkü gölgeler denizine doğru yapılıyor yolculuk.
Ama bunlar gölge değil, renk tonları; kahverengiler ağır basıyor ve Göknil Türk söylencelerindeki imgeleri gözler önüne seriyor. Burada sanatçı, yıldızları ve gezegenleriyle tarihöncesi dönemlerden beri insanoğlunun duygusal dünyasında yer ve zaman sınırı tanımayan Zodyak’taki burçların evrenselliğine gönderme yapıyor.
Gazeteler ve falcılar, kimsenin ciddiye almayacağı öngörülerde bulunmak için hâlâ sömürüyorlar burçları. Ama burada onların sınırsız nitelikleri, insan kulak verdiğinde konuşan özgün bir sembolizm algısı içinde korunuyor. Yok olamayacak bir dil bu. Bir batıl inanç ormanı içinde yol açmayı öğretmiş sanatçıya. Can Göknil resimlerinin derinliklerine inenler, sonsuzluk yolunu görecekler.
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
KİTAP SANATI
Can GÖKNİL
Resimli Yazma’lar üstüne sergi projemi hazırlarken Levni’nin Surnâme-i Vehbi’si sık sık baktığım kitap oldu. III. Ahmed’in dört şehzadesinin sünnet şenliğini anlatan bu yazma eserin müzelerde 25 orijinal nüshası var; bunlardan sadece ikisi resimli. Benim elimdeki ise Esin Atıl tarafından hazırlanmış, Koçbank basımı (1999, İstanbul). Bu Osmanlı saray şenliğinin öyküsü, Türk kitap resminin ve Osmanlı nakkaşının “okunabilirliği”nin en güzel örneği olabilir diye düşünüyorum; çünkü nakkaş Levni bu şenliğe bizzat katılmış ve yaşananları aktarırken kendi ‘humour’ı ile şenliğe şenlik katmış. Böylece ortaya çok başarılı bir eser çıkmış: Şairin özenle yerleştirdiği sözcükleri bütünleyen, onların tasviri olmaktan öte, okuyucuyu ressamın ufuklarının sınırlarına taşıyan görsel bir şölen…
Kitabı sevdiğim ve yeni nesillere sevdirmek istediğim için, otuz yıldır çocuklara kitaplar yazdım ve resimledim. Bir ressam olarak kitap resmine yaklaşımım da ressamca oldu; her resmin ait olduğu sayfaya / kitaba yeni bir boyut kazandırmasına çalıştım.
İzleyiciyle yakınlaşmak, onları sanatla bütünleştirmek, farklı zihinsel perspektiflere ulaştırabilmek için bu sergimde yazı unsurunu da resimlerime ekledim. Kitabı, yazının ve resmin birlikteliğinden doğan bir sanat eseri olarak algılıyorum. Osmanlı kitap geleneğini çağdaş yorumlarla yeniden ele alırken, Osmanlı’dan seçtiğim beş antik kitabı izleyiciye tanıtıyor ve buradan yola çıkıp yeni yorumlara nasıl ulaşabileceğimizi yavaş yavaş, sayfa sayfa kurarken, bunu izleyiciyle paylaşmak istiyorum. Böylece serginin içeriği ve kurgusunda izleyiciyle eski ve yeniyi bir arada yaşıyoruz:
- Seçmiş olduğum beş yazma kitabın birincisi olan Davetname’yi, 15. yüzyılın sonlarında veya 16. yüzyılın başlarında Balıkesirli Uzun Firdevsi’nin II. Beyazıd’ın isteği üzerine yazdığı ve belki de kendi resimlediği astroloji ve tılsım kitabı olan Davetnâme’den esinlenerek hazırladım.
- Hayretname ise Boratav’dan, Celaleddin Kişmir’den, Bilge Türkiçin’den derlediğim deli dolu tekerlemeler… 7’den 70’e dedikleri türden garip bir gülmece…Gerçek olanını, edebiyat sözlüklerinde yer almasına rağmen, bir türlü bulamadım.
- Dizelerini Hülya Onur’un yazdığı, iki kitap halinde derlediğim Yıldızname’lerimi ise Osmanlı / İslam fal geleneğinde müneccimler tarafından yorumlanan ve en önemli ilim dallarından biri sayılan yıldız fallarının kitaplarıyla karşılaştıktan sonra hazırladım.
- Osmanlılarda çok popüler olan falnameler, çoğu zaman Kuran’ın geleceğe dönük yorumlanmasının yöntemlerini belirlermiş. Nakkaş Kalender ise, 17. yüzyılda I. Ahmed için resimlediği Falnâme’sinde, Osmanlı – İslam mitologyasından görüntülere yer vermiş; rastgele açılan bir sayfa, kişinin falı oluyormuş… Benim Falname’mde olduğu gibi.
Bu serginin oluşumunda dostlarımın da payı var. Yazma eserlerden Davetnâme’yi bana tanıtan Fatma Büyükkarcı Yılmaz’a ve ozan arkadaşım Hülya Onur’a Yıldızname’lerimin dizeleri için teşekkürler…
Engin bilgisini görselleştirerek pek çok sanatçıya ilham kaynağı olan Metin And’a ayrıca teşekkür ederim.
Sevgili eşim Recep Göknil’e, çalışmalarımı kolaylaştırmak için bana hazırladığı eksiksiz altyapı nedeniyle minnettarım.