Tanrıçaların Taçlarına Kuşlar mı Konar…

Güven Turan:

Tanrıçaların Taçlarına Kuşlar mı Konar…

Can Göknil’in sergileri başlı başına bir yapıttır…Her bir sergi,bir izlek çerçevesinde gelişip bütünleşir çünkü…Yakın bir geçmişteki  sergisini Anadolu halk kültürünün sözlü geleneğine,inançlarına dayandıran Can Göknil,bu kez çok daha gerilere gidiyor,Anadolu toprağının bir başka veriminden yola çıkıyor.Neolitik Çağ Ana Tanrıça’ları…Anadolu,daha sonra dalga dalga bütün doğu Akdeniz üçgeni mitoslarına yüzlerce tanrıça kazandıracak Ana Tanrıça kültünün doğduğu ve geliştiği yerdir.Çoğunlukla oturan,iri memeli,iri kalçalı, kocaman karınlı ana tanrıça idolleri ya da onlardan da önce çok da soyutlanmış kült figürleri,müzelerimizin ve Batılı müzelerin “dünyanın düş gördüğü çağ’a ait kanıtlarıdır.

Ünlü Jung’cu psikolog Nuemann’ın yapıtında da açıkladığı gibi bu Ana Tanrıça’lar,tanrıçaların anası değil,tanrıça analardır.Bugün de çeşitli yönleriyle “arketipler” olarak süregelirler,hem erkeklerin,hem kadınların iç dünyalarında,düşlerinde…İşte Can Göknil,üzerinde yaşadığımız topraklarda doğan bu gizemli gücü sunuyor bize.

Can goknil’in yaptığı,müzelerdeki heykelcikleri,figürleri tuvale aktarmak değil sadece…Ana tanrıça mitosunu yeniden kurguluyor Can Göknil.Horozun üstüne yatmış bir ana tanrıça mı var bir müzede?Ordan yola çıkıyor,başında hayat ağacının tacını taşıyan bir tanrıçanın dalları üstünde kuşlar oturuyor…çiçekler açıyor…Aslanlı tanrıça mı var(Bu bir zamanlar Anadolu’da yalnız parsların değil,arslanların da dolaştığının en büyük kanıtı)büyük bir çağ sıçramasıyla,tanrıçayı ayağa kaldırıyor,yanına erkeğini de koyuyor,yüzü aslan olan…

Başlarında çoğunlukla boynuz mu,hilal mi tartışması yapılan işaretleriyle görülen Ana Tanrıça’lar,bir araya geliyor,kuşlar dolduruyor başlarının çevresini…Ana Tanrıça’ların biri öldürücü;yok edici;ötekisi bolluk,mutlulkuk,hayat verici kimliğinden sadece hayat ve bereket yönünü alarak üzerinde yaşadığımız toprakların bir döneminden çok da uzakta olmadığımızı hatırlatıyor bize…

İzlek bir yana,Can Göknil’in bu sergisinde,sanatsal yönden de sanatçının önceki sergisinden ayrılan bir kaç nokta var..Bu sergisinde,daha önce görmeye alıştığımız kumaş kolajlar,iplik çizgler görmüyoruz.Sanatçının renk anlayışında dikkate değer bir sertleşme,belirginleşme dikkat çekiyor.Daha önceki resimlerinde hemen hemen hiç görülmeyen ya da sadece bir-iki küçük nokta halinde duran yeşil,burada bir tuvalin tüm arka planın oluşturuyor.Tabii son derece uçuk pastel,birbirine erimiş lekelerin oluşturduğu formlar,kısacası Can Göknil’in o artık bakar bakmaz tanınan üslubu gene var ama bu kez çok parlak iri kırmızı lekeler de var…

Ayrıca bu çalışmalarına,Ana Tanrıça’ların aynı zamanda ağaç kültünün de tanrıçaları olduğunu belirler gibi ahşap da girmiş.Üçlü  çalışmalarda olduğu gibi,bir Hitit  geyik figürü olması bu; ya da daha sıkça kullandığı gibi,resmin çerçevesine sanatçının kattığı bir resimsel boyut…Kimi çerçeveler,yapıtları resim-enstelasyon bileşiminde öyle bir noktada topluyor ki,birini ötekinden ayırmak zorlaşıyor…İzlek ve teknik çok farklı olmakla birlikte,böyle boya artı ahşap karışımı yapıtlarda,garip bir ikon duygusu seziliyor.Bu, yalnız malzemeden gelmiyor kuşkusuz,sadece bo öğelerle birleşen yalın renk seçimlerinden,kullanımlarından da kaynaklanıyor…Galiba, ikon duygusunu uyandıran şey,Can Göknil’in Ana Tanrıça’lara yüklediği,onları müzelerin duvarlarından kurtaran,arkeolojik objeler olmaktan kurtaran,mitik/mistik duyarlılık,yaşayan bir duyarlılık.Bir kadınla bir çocuk resmine yalnızca “Çocuklu Kadın” ya da “Meryem ve Çocuk İsa” ayırımı getirende sanatçının objelerini ele alışındaki duyarlılık değil midir?

Ana tanrıçalar sadece boya ve tahta olarak yer almıyor bu sergide…Bir de suluboyalar var…Çoğunlıkla aynı resimler,ne var ki suluboyanın kendine özgü kıvraklığı,”neşeliliği” bir süredir Can Göknil’in bu malzemeyi kullanırken uzandığı Uzakdoğu izleri taşıyan istiflemesi,yepyeni bir görünüm veriyor bu çalışmalarına.Can Göknil’in suluboya  Ana Tanrıça’ları,daha az buyurgan,daha az gururlu…daha sevecen,daha “çiçekli”.