Can Göknil ve Muskalar

I – Can Göknil ve Muskalar

Can Göknil’in muskalarla ilgilenme sürecinde Kuş Adam Anzu’nun ve Kader Tabletleri efsanesinin özel bir yeri var. Ancak muska konusu sanatçının mitolojik dünyaya ilk yönelmesi değil. 1983’de İstanbul’da Urart Sanat Galerisi’nde gerçekleştirdiği “Masal Tekerlemeleri” sergisi masallardan mitolojiye açılımın ilk verimiydi. Bunu, 1986’da yine Urart Sanat Galerisi’nde açılan “Ağaçlarla llgili Inanışlar” sergisi izledi. Mitolojik konulu yeni bir sergi için geçen sekiz yıllık hazırlık döneminde araya “Balerinler” (1991) sergisi girdi. 1994’te önce İstanbul’da Garanti, sonra Ankara’da Urart sanat galerilerinde “Anadolu Tanrıçaları”, 1997’de Yapı Kredi’nin İstanbul, İzmir, Adana galerilennde “Yaradılış Efsanelen” sergilerini gerçekleştirdi. Son iki yıllık çalışmalarının konusu “muska”ydı, verimi ise sanatçının mitoloji alanında on beş yıllık çalışmalarında olgunlaşmış özgün yapıtlarının yer aldığı, İstanbul’da Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde düzenlenen “Can Göknil’in Muskalar”! sergisi oldu.

Bu bilgiler, ilk kişisel sergisini 1971 yılında A.B.D.’nde açan, yirmi sekiz yıllık bir sanat geçmişi olan Can Göknil’in muskalar konusuna yönelmesinin bir rastlantı olmadığını, mitoloji ve tarih öncesi inançların onun ana konularından biri olduğunu gösteriyor. Doğal olarak bu konuların sanatsal düzlemde yeniden ele alınması ciddi bir hazırlık ve ön araştırma gerektiriyor.

Can Göknil mitolojiye ilgisinin nedenini şöyle açıklıyor: “İnançların düşsel dünyası ilgimi çekiyor. Çünkü ilkel inançların sanata döniişmesini, tarih öncesindeki yorumlann doğallığını ve yalınlığını beğenı’yorum.” Can Göknil’in bu yaklaşımı, antik çağ kültür ve inançlarına ilişkin nesnelerden biçimsel esinlenmelerin ötesine gidiyor. Öncelikle sanatçının ilgisinin, mitoloji denince ilk akla gelen Batılı kaynaklara değil özellikle Türk toplumlarının tarihi otarak var olduğu Orta Asya ve Anadolu coğrafyasına yönelik olduğu görülüyor. Mitoloji dünyasına yaptığı her yolculuk sanatçı için, aynı zamanda, kendi geçmişinin ve iç dünyasının keşfedilmesi, içgüdülerinin ve düşlerinin harekete geçirilmesi, yaratıcı güçlerinin açığa çıkarılması anlamına geliyor. Yaptığı çalışmalar ve hazırladığı konulu sergiler efsaneleri ve eski inançları yeniden yorumlama ve biçimlendirme anlamında bir yaratıcılık ve güncellik taşıyor.

Muskalar konusu, sanatçının daha önce gerçekleştirdiği kutsal ağaç inancı ve ana tanrıçalar, yaratılış efsaneleri gibi konularla aynı mitoloji dünyasında buluşurken farklılıklar da gösteriyor. Önceki konular tarihte kalmışken muska inancı bugün hala sürüyor. Böylece, sanatçı geçmişte kalmış ölü bir inancı yeniden yorumlamanın ötesinde, geçmişten gelip bugün hala yaşayan bir inancın peşinde mitolojik dünyanın arkasındaki insancıl özü yakalayabilmek, bu bağlamda güncel bir mitolojiye ulaşabilmek için çok uygun bir ortam buluyor.

Can Göknil, muska ile sanatsal olarak ilgilenme sürecini şöyle anlatıyor:

“British Museum’un yayınlarında gördüğüm antik çağda Mısır ve Ön Asya’da kullamlan silindir biçimindeki mühürler hep ilgimi çekiyordu. Mühürlerin üzerlerindeki günlük yaşamdan ya da av, spor, yarışma, savaş gibi önemli olaylardan atınan sahneler, bu sahneleri süsleyen kaleler, gemiler, krallar, dini ayinler, dans gösterilen’, müzik aletleri gibi detaylar bı’r tarih şeridı’ gibiydi. Bu görüntüler bir antropoloğun o dönemdeki toplumları anlaması ve açıklaması için çok önemli bı’r kaynak otuşturabilir. Beni ise bu resimlerdeki tanrılar, devler, canavarlar, ejderhalar, insan-hayvan karışımı yaratıklar ilgilendiriyordu. Bana göre bu fı’gürler, ne kadar diişsel ve gerçeküstü görünürse görünsün onların arkasındaki insan boyutunu ele veriyor, msanın kendine ve dünyaya bakışını ortaya koyuyordu.”

Doğal koşulların egemen olduğu bir dünyada yaşayan, doğal olaylar karşısında çaresiz kaldığı kabul edilen bu insanlar, bugünkü bilimsel anlayışlara uygun olmasa da dünyayı ve doğayı açıklayan, bin yıllar sonra bile insanları hala etkileyebilen mitolojik bir dünyayı düşleyebilmişti. Doğanın ve kendisinin nasıl var olduğunu merak etmiş, kendi yaşamından aldığı esinleri gerçeküstü bir düzlemde yeniden kurgulayarak evrenin varoluş öyküsünü, tanrıları ve onların dünyasını yaratmıştı. Doğal olayların nedenlerini de merak etmişti. Yaşayabilmek için doğayla baş etmeye çabalamış, deneyimlerini biriktirmişti. Bunlar yetmeyince doğal olayların doğaüstü güçler tarafından düzenlendiğine ve yönetildiğine inanmıştı. Böylece tanrıların dünyasını doğaüstü yaratıklarla zenginleştirmiş, bu yaratıklarla ilişki kurarak doğayı ya da kaderlerini denetlemek istemişti. Büyüyü keşfetmişti. Hastalıktan, kötülükten, felaketlerden korunmak, dileklerini gerçekleştirmek için çok erken zamanlardan beri muska yapmış, ayrıntılı törenler geliştirmişti. Doğal olayların ve gizli güçlerin etkilerine karşı deneysel bilgisi ile düş gücünü birleştirerek dünyalarını açıklayacak, önlem alınmasını sağlayacak neden-sonuç ilişkileri içinde bir sarmal gibi gelişebilen bütünsel sistemler oluşturmuştu. Bu sistemler zaman içinde değişmiş, dönüşmüş ve ardında insanoğlunun en büyük yaratısı sayılabilecek, bilinmeyenler, kaybolanlar bir yana, bugünlere kadar ulaşanlarla bile çok zengin bir kültür biriktirmişti.

Bugün “ilkel” olarak nitelenen bu insanların, dünyayı ve doğayı kendi düşünme sistemleri içinde mükemmel denebilecek bir düzeyde bildiklerini ya da bildiklerini sandıklarını, doğaya karşı belki bugünkü türdeşlerinden daha fazla kendilerini koruyabilmek amacına yönelik bir eylem gücüne sahip olduklarını, doğa karşısında kendilerini düşündüğümüzden daha güvenli hissettiklerini söyleyebiliriz. Bu gerçeküstü algılayış ve yanılsama herhalde insanoğlunun yarattığı tek gerçek mucizeydi.

Can Göknil büyü dünyasında başladığı olağanustü yolculuğun gelişimini şöyle anlatıyor: “Silindir biçimli mühürleri daha yakından incelemek istedim. Londra’da British Museum’da pek çoğunu yakından görebildim. Çoğu koruyucu özellikleri olduğuna inanılan yarı kıymetli taşların üzerine kazıma tekniğiyle işlenmişti. Mühürlerin üzerinde mitolojik ve düşsel yaratıkların yanı sıra bazı dualar ve koruyucu tanrı isimleri de vardı. Mühürler iki işlev

görüyordu. Birinçisi bildiğimiz mühür gibi iyelik belirliyordu. Boyuna veya giysi üstüne silindirin içinden geçen bir kordon ile asılarak taşındığında ise sahibini koruduğuna inanılıyordu. Coğrafi bölgelere göre taşlar değişik özellikler taşıyabiliyordu. Örneğin Babil inanışlarında lapis lazuliden kesilen mühürlerin tanrıların beğenisini kazandırdığına, yeşil mermerden yapılanların ise bol şans getirdiğine inanılıyordu. Bu mühürlerin anlamlarını ve öykülerini öğrenmeye çalıştım. Yarı insan yarı hayvan ya da hayvan görünümlü uzun sakallı kahramanlar, dans eden, müzik yapan hayvanlar, doğaüstü yaratıklarla dolu fantastik bir dünyada yaşamaya başlamıştım. Mühürlerin üzerindeki figürlerin verdiği izlenimlerle ilk çizimlerimi orada yaptım. Aklımdan onların öykülerini yazıyordum. Yaş toprak üzerine dört bin yıl önce döndürülerek bastırılan silindirik mühürlerin izlerine baktıkça kendi figürlerimi görmeye başlamıştım. İlk hastalık muskası böyle olmalıydı diye düşünerek yabani hayvanlardan ve canavarlardan doğabilecek kötülük ve hastalıklara karşı savaşan bir kahraman çizdim. Kahramanın bu savaşı daha iyi yapabilmesi için ona güçlü hayvanların özelliklerini verdim. Sonra nazarı bozan balık giysili su tanrılarına rastladım. Sonra deliliği önleyen bastıbacak yeşil adamlar geldi gözümün önüne… Gökyüzünden Kader Tabletleri’ni çalan Kuş Adam Anzu ile tanıştım. Kader Tabletleri ve Kuş Adam Anzu bana yeni sergimin kurgusunu verdi.”

Can Göknil, Kuş Adam Anzu ile her ne kadar Batılı kaynaklar yoluyla tanışmış, bu konudaki ilk tasarımlarını Londra’da yapmaya başlamış olsa da Kuş Adam Anzu’nun anavatanı Mezopotamya’ydı. İstanbul’a döndükten sonra, Kuş Adam Anzu ve Kader Tabletleri üzerindeki çalışmalarını sürdürürken Anadolu’daki büyü dünyasını tanımak için de araştırmalara başladı. Sanatçı çalışmalarındaki ikinci aşamayı şöyle anlatıyor: “Arkeoloji Müzesi Osman Hamdi Kütüphanesi’nde Anadolu’da kullanılan mühürlerin peşinde geçirdiğim saatler çok hoştu. 0 büyüleyici mekan içinde, hafifçe üşüyerek bulabildiğim kitapları inceledim. Orta ve Güneydoğu Anadolu’da damga şeklindeki mühürlerin daha yaygın olduğunu gördüm. Tahsin ve Neriman Özgüç ile Sedat Alp’in kitaplarını okudum. Bu arada sahaflarda da kitap araştırıyordum. Bir sahafta Armağan Erkanal’ın mühürlerle ilgili bir çalışmasını buldum. Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinde Sir Wallis Budge ve Alan Dundes’in nazar ve muska kavramlarına getirdikleri Batılı yorumları okudum. Bu arada Malik Aksel’in ‘Anadolu Halk Resimleri’ adlı kitabında on beşinci yüzyılda yazılmış, büyü konusunda en önemli eserler arasında yer alan ‘Davetname’ ile karşılaştım. İslam dünyasına ait halk inanışları ve bunların resimleri beni çok etkiledi. Öncelikle binlerce yıl sonra inanç gücünü koruyordu. İkincisi büyü daha da büyülü bir hale gelmişti. Yani yeni yaratık ve varlıklarla, yeni figürlerle, İslami işaretlerle çok zenginleşmişti. Yel ve sel getiren başı taçlı köpek, kuş başlı dört elli muhabbet tılsımı böylece girdi benim dünyama. Son olarak İsmet Zeki Eyüboğlu’nun binlerce yıllık büyü ve muska dünyasını günümüze taşıyan, bugün hala uygulanan muskaları tanıtan ‘Anadolu Büyüleri’ ve ‘Sevgi Büyüleri’ adlı değerli iki çalışması benim için sanki Mezopotamya’da başladığım dört bin yıllık yolculuğun sonu gibi oldu. Eski uygarlıklarda inanç doğal olarak sanata dönüşüyor. Mühürlerden arta kalan resimli öykülere her baktığımda ilk inançların içtenliğini yaşadım. Araştırmalarımda tanıştığım olağanüstü yaratıklardan çok hoşlandım. Bundan sonra onları içgüdülerimle yapıtlarımda yeniden yarattım. İnsanlığın bu eski öykülerinin çağdaş bir yorumunu ortaya çıkarmaya çalıştım.”

II – Büyünün Dört Bin Yılı

telesma. Grekçe yazılışıyla yabancı gelen bu sözcüğü aslında çok iyi biliyoruz. Sözcüğün okunuşu: “telesma” ya da Arapçadaki söylenişiyle “tilasm”, Türkçede eski söylenişiyle “tılısmat”, bugünün söylenişiyle “tılısım” yani “tılsım”. İngilizce, Fransızca ve Almanca’da “talisman”. Binlerce yıldan beri insanlar üzerindeki resimler, işaretler ya da yazılar nedeniyle gizli bir güç taşıdığına inandıkları nesneleri bu adlarla anıyorlar. Arapçadan Grekçeye geçen bu sözcük, tılsımın binlerce yıllık geçmişini, Orta Asya ve Mezopotamya’dan Mısır, Akdeniz ve Kuzey ülkelerine kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığını ortaya koyuyor. Benzer kültürlere Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarında da rastlanıyor. Tılsım, her toplulukta değişik özellikler taşısa da tarihin ilk çağlarında bile evrensel bir kültür olabilmişti. Muska bu kültürün en önemli unsurlarından biriydi.

Gizli güçleri bir yazı ya da imle ifade etme hünerine Araplar “sihr” ya da Türkçedeki söylenişiyle “sihir” diyorlar. Sihir sözcüğünün Türklerdeki karşılığının “bükü”, “bügü”, “bögü” ya da bugünün söyleyişiyle “büyü”. Kaşgarlı Mahmut’un Divani Lügat-it Türk’te belirttiğine göre bügü, “akıllı, bilgin, hakim” anlamına geliyor (1). Hakim sözcüğü, “hikmet sahibi, hüner gösteren” anlamında kullanılıyor. Bu da o dönemlerin bilimi ile büyünün içiçe olduğunu gösteriyor.

Divanü Liigat-it Tiirk’te bir de “Büg” sözcüğü var. Bu sözcük “bir hareketi engellemek ya da durdurmak, bir harekete set çekmek”, “gü” eki ise “kılan” anlamına geliyor (2). Böylece “bügü”, ona yüklenen işleve uygun olarak (kötülükleri) “engelleyen, durduran” anlamına da gelmez mi? Araplarda muskanın “Hafız”, “Ma’aza” gibi “koruma, esirgeme, sığınma” anlamları veren isimlerle anılması bu faraziyeyi güçlendiriyor.

Kaşgarlı Mahmut, Oğuzların muskaya, yazılı belge anlamına gelen “bitig” dediklerini belirtiyor (3). İslamiyet ve Arap kültürünün etkisine girildiğinde “bitig”in yerini, bugün de kullanılan “muska” sözcüğü alıyor. Muska, Arapça “yazılı bir belgeden çıkarılan suret” anlamındaki, bugün de kullandığımız “nüsha” sözcüğünden türemiş. Kültürel ortam değişse de muskanın anlamı aynı kalıyor.

Büyüye verilen anlamların, başlangıcından beri “bilgi ve hüner”le bağlantılı olması, büyünün tarih öncesinin ana bilgi kaynağı olduğunu, kamusal inançla içiçe bulunduğunu gösteriyor. İslam Ansiklopedisi’nde ilk insanın inancında din ve büyünün birlikte bulunduğu, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra birbirlerinden ayrıldıkları belirtiliyor (4). Bu koşullarda büyü hünerine sahip olan, aynı zamanda dinsel görevler de üstlenen büyücüler toplum içinde ayrıcalıklı, yerine göre saygı duyulan, yerine göre korkulan kişiler olarak belirginleşiyor.

llk büyücü kimdi? İlk büyü nasıl yapıldı? İlk büyü aracı neydi? Mezopotamya kökenli efsanelerde muska Kuş Adam Anzu ve Kader Tabletleri’ne bağlanarak açıklansa da hemen her toplumun kendi efsanesini yarattığı görülüyor. İslam kaynaklarında da Babil ve Mısır’ın büyü konusundaki ünleri tanınıyor. Bir Arap efsanesinde muska Adem ve Havva’ya kadar geri götürülüyor. Buna göre, Havva’nın cinlerin gücünden yararlanmak için kullandığı muska uyurken oğlu Anak tarafından çalınır. Anak bu gücü kötü amaçlar için kullanır. Bazı kaynaklarda bu muskanın Adem’e Tanrı tarafından gönderildiği yolundaki açıklamalara da rastlanıyor (5). “İlk büyü nasıl ve kim tarafından yapıldı” sorusuna verilebilecek en anlamlı cevap herhalde muskayı Adem’e, yani “ilk insan”a kadar götüren bu efsanedir. İlk büyülü nesnenin, ilk insanın düşmanını ya da avını vurduğu taşa, taşın ağırlık, sertlik, keskinlik vb. gibi fiziksel özelliklerinin ötesinde üzerindekı bir işaret ya da biçimi nedeniyle gizli bir güç yakıştırması, onu uğurlu sayarak yanında taşımasıyla ortaya çıktığı söylenebilir. Burada belirleyici olan insanın doğal bir olayı doğaüstü nedenlerle açıklaması, doğayı bu yolla etkileyebileceğini düşünmesi ve buna inanmasıdır.

İlk insanın doğadaki ve gökyüzündeki tüm nesneleri kendileri gibi canlı varlıklar olarak algıladıkları, insan ya da hayvanla ya da ikisinin karşımı yaratıklarla betimledikleri biliniyor. Böylece görünen ve tanınan bu dünyadan başka, periler, cinler, ruhlar, doğaüstü yaratıklardan oluşan görünmeyen düşsel bir dünya daha ortaya çıkıyordu. İnsanlar kendilerinin yarattığı bu düşsel dünyanın gerçek olduğuna inanıyorlardı.

İnsanların doğaüstü dünya ile ilişkilerinde iki temel kavramla karşılaşıyoruz:

“İyilik” ve “Kötülük”. Latincede kötülük karşılığı kullanılan “malum” sözcüğü “felaket, musibet, hastalık, ağrı, mutsuzluk” anlamına geliyor. Bir insan hasta ve mutsuzsa bunun bir nedeni olmalıydı. İlk insanlar için bu neden kötülük yapan doğaüstü bir yaratıktı. Bu mantığın uzantısı iyi bir durumun nedeni de iyilik yapan doğaüstü bir yaratık oluyordu.

Bu koşullarda büyü insanın ve toplumun bir isteği ya da dileği için iyi ya da kötü yaratıkların yardımını sağlama hüneri olarak ortaya çıkıyordu. Bu yardımı sağlayacak ilk büyülü nesneler, yani tılsımlar doğaüstü güç taşıdığına inanılan bir kabuk, bir dal, bir taş vb. olabiliyordu. Daha sonra tılsımlarda düşlenen doğaüstü yaratıkların benzeri heykelcikler ve resimleri yer almaya başladı. Böylece ongunlar (idol) ve muskalar ortaya çıktı.

 

“Büğü”  ve “Bitig”

Orta Asya Türk kültüründe büyü ve tılsım anlayışları yukarda açıkladığımız genel şema içinde değerlendirilebilir. Türklerin ilk inanışlarında büyü ve dinsel inançların içiçe olduğu, büyünün dinsel inanışlar içinde biçimlendiği ya da tam tersi görülüyor. Altay efsanelerinde “yeriding pütkeni”, yani Can Göknil’in muskalardan önceki çalışma konusu olan yerin yaradılışı “iyi” Tanrı ile “kötü” Erlik Han etrafında biçimlenir (6). Efsane geliştikçe başlangıçta sadece ikisinin bulunduğu su evreni Tanrı’nın ve Erlik Han’ın yarattığı varlıklarla, yer, gök , ay ve güneşle dolar, sonunda insan da ortaya çıkar. Efsanede Erlik Han’ın “çekici örse vurarak” ilk yarattığı varlıklar kurbağa, yılan, ayı ve domuz gibi hayvanlardır. Daha sonra doğaüstü varlıklar olan “fena ruh” Albıs ile Şulmus’u yaratır. Efsanemn sonunda Tanrı yardımcılarını göndererek insanlara yeryüzünde yaşamaları için hünerler öğretir, sonra insanları kendi hallerine bırakır ve gökyüzüne çekilir. Tanrı gökyüzünde oğulları, kızları ve melekleri ile yeni bir dünya kurar. Böylece gökyüzünde Tanrı’nın, yeraltında kötü ruhların dünyası oluşur.

Bu kurgulamada insanın yaşadığı maddi ve gerçek dünya, düşsel iyi ve kötü dünyaların arasındaki köprü gibidir. Tanrı’nın ve Erlik Han’ın yaratıkları bu dünyada yer alabilir. Tanrı ve kötü ruhlar insanı ve dünyasını izleyebilecek, etkileyebilecek güçlere sahiptir. İnsanların Erlik Han’dan ve kötü ruhlardan korunabilmek için gökyüzüne çekilmiş Tanrı ile ilişki kurması, onun yardımını almaları gereklidir. Böylece bu ilişkiyi kurabilme yeteneğine sahip olan özel kişiler, şamanlar ortaya çıkar. şamanların en önemli özelliği ruhlarının bir süre için bedenlerini terk edebilmesidir. Şamanın özgür kalan ruhu gerek Tanrı’nın gerekse ruhların dünyasında dolaşabilir. Böylece düşsel ve gerçek dünyalar şamanlar aracılığıyla ilişkilendirilir.

Efsane bu kurgu etrafında giderek yeni yaratıklarla zenginleşir. Örneğin, “Yayık” insanlarla Tanrı arasında aracılık yapar. Şamanın ruhuyla ilişki kurarak onların dileklerini Tanrı’ya iletir. İnsanları korur. “Gökten haberler alan” Yayık, “kandan, ay ve güneşten bir parça, sırması kızıl bulut, dizgini ebemkuşağı, kamçısı boz alev”li bir yaratık olarak tasarlanmıştır. Şaman insanlara kötülük yapan kötü bir ruhu kovmak için yer altına indiğinde, yeryüzünde yaşayan, “at gözlerine benzeyen gözleri” ile otuz günlük mesafeyi görebilen iyi ruh “Suyla” şamanı ve insanları kötü ruhlardan korur. “Utkuçı” adlı iyi ruh da Tanrı’nın elçisidır. Tann’nın isteklerini şamana iletir. Bunlardan başka Tanrı’nın gökyüzünde yaşayan oğullarının da insanları koruyucu görevleri vardır. Her kabile Tanrı’nın bir oğlunu koruyucusu olarak seçer.Tanrı dünyasının dişi varlıkları Tanrı’nın kızları ile iyi dişi ruhlardan oluşur. Tanrı’nın “Ak Kızları” şamanlara ayin sırasında esin verirler. İyi dişi ruhlardan “Umay” çocukları ve hayvan yavrularını korur. “Ayısıt” bereket ve bolluk sağlar.

İnsan, Tanrı ve kötü ruhlardan oluşan bu üç dünyada, her ne kadar Tanrı ve kötü ruhlar olayları belirlemek ve etkilemek açısından insan karşısında üstün güçlere sahip olsa ve efsanelerde bu üstünlükler hep vurgulansa da, insan için şaman daha önemli bir konumdadır. Çünkü kötü ruhlara karşı Tanrı ve iyi ruhların yardımını almak sonuçta onlarla ilişki kurduğu varsayılan şamanın yeteneğine, deneyimine ve olgunluğuna bağlıdır. Şamanın Tanrı ve kötü ruhlar karşısındaki özerk konumu inanç sisteminin sürekliliğinin güvencesidir. Böylece şamanın görevlerini yerine getirirken uğrayabileceği başarısızlıkların nedeni inanılan sistemde değil şamanın kötülüğün gücü karşısında kişisel yeteneklerinin yetersiz kalmasında aranabilir. Sorunun beceriksiz şamanın kovularak yerine daha güçlü bir şamanın getirilmesiyle çözüldüğünü tahmin etmek zor değil.

Şamanların bütün toplumu ilgilendlren ve belli zamanlarda yaptıkları ayinlerin yanı sıra gerektiğinde özel ayinler düzenledikleri biliniyor. Toplumu ilgilendiren ayinler ilkbahar, yaz ya da sonbaharda yapılırdı. Şamanların, aynı zamanda, hastaları iyileştirmek, fal açarak geleceği öğrenmek gibi görevleri de vardı. Yani hem topluluğun bütününe hem de topluluğun üyelerine karşı sorumluluk taşıyorlardı. Şamanlar toplumda saygın bir konumdaydılar. Toplum onları koruyucu olarak kabul ederek memnun etmeye, “alkış”larını (dua) almaya çalışır, maddi ihtiyaçlarını karşılardı.

Toplumun korunmasında şamanların varlığına karşın bununla yetinilmediği, başka güvencelerin arandığı da görülüyor. Şaman insanın günlük yaşamdaki çeşitli faaliyetleri sırasında her zaman yanında değildi. Bu nedenle şamanın varlığı insanlar ıçin tam bir güvence oluşturmuyordu. Örneğin bir kişi ıssız bir yerde kötü ruhların saldırısına uğrayabilirdi. Bu nedenle Tanrıyı ve koruyucu varlıkları anımsatan ya da onların gücünü taşıdığına inanılan “ongun”, “bitig” gibi koruyucu nesneler ortaya çıktı ya da böyle nesneler insanların yaşamında Tanrı’dan da önce vardı, daha sonra Tanrı’ya mal edilmişti.

Türkler arasında en yaygın ongunun tanrıların ve koruyucu yakınlarının keçeden, bezden ya da kayın ağacından yapılmış, ilkel oyuncak bebeklere benzeyen “tasvirleri” olduğu, bunların deri torba içinde saklandığı ya da direklere asıldığı biliniyor. Aynı şekilde ölmüş ataların ruhlarının da koruyucu olduğuna inanılır ve özellikle evlerde saklanan ongunları yapılırdı. Hayvan adlan taşıyan ongunlar, bu inancın çok daha eskilere, insanların bütün doğanın canlı ve her canlının bir ruhu olduğuna inandığı dönemlere kadar gittiğini gösteriyor.

Türk toplulukları içinde muska olarak kullanıldığı belirtilen bitig de şamanlar tarafından hazırlanıyordu. Nasıl hazırlandığı ve nasıl kullanıldığı pek bilinmese de bu muskaların, yazı pek yaygın olmadığı için, büyük olasılıkla deri vb. üzerine çizilmiş bazı figür ve gizli işaretlerden oluştuğu söylenebilir. Nitekim, daha sonra sözünü edeceğimiz 15. yüzyılda Anadolu’da yazılan Davetname kitabındaki açıklamalar ve çizilen resimler bu doğrultudaki varsayımları güçlendiriyor.

Özetle eski Türk inanışlarında insanla büyü arasındaki ilişkiler içtendir, düş gücüyle ve yaşamla beslenir, düşgücünü ve yaşamı besler. Can Göknil’in belirttiği gibi, “inançlar doğal biçimde sanata dönüşür” ya da sanatı yaratır. Yaşamdan alınan esinlerle yaratılan düşsel yaratıkları bir mağara duvarına ya da bir deri parçasına, bir taşın üzerine resimleyen bir şaman aynı zamanda ilk ressamdır. Ruhu tanrılann dünyasından ya da yeraltının karanlıklarından dönen, kendine geldikten sonra çevresindekilere gördüklerini anlatan bir şaman, her ne kadar yazı bilmese de ilk öykücüdür. Ayin sırasında bir duayı, irticalen ve uyaklı söyleyebilen bir şaman henüz şiirden habersiz olsa da kuşkusuz ilk şairdir. Elindeki defi çalarak, ilahiler söyleyerek kötü ruhları kovalayan bir şaman, henüz ritm, melodi bilmese de ilk şarkıcı ve ilk dansçıdır. Elinde tuttuğu kayın ağacını basit yöntemlerle işleyerek bir ongun biçimine sokan bir şaman bir heykel yaptığının bilincinde olmasa da ilk heykeltraştır. İnançlar doğal bir biçimde sanata dönüşmektedir ya da yaşam sanatı yaratmakta ve beslemektedir.

 

İslamiyet ve Büyü

İslam Ansiklopedisi’ne göre İslamiyet doğaüstü güçlerin ve ruhların varlığını, büyü yoluyla bu varlıklarla ilişki kurulabileceğini kabul ediyor, ancak dini büyüden kesin olarak ayırıyordu (7). Müslümanlık, Arabistan’ın dışına yayılınca, çok değişik toplumların şamanist inançlarıyla karşılaşmış, bu inançları kendi topraklarına taşırken, İslamiyeti kabul eden toplumlarda ise eski şamanist inançlar yeni dinleriyle karışmıştı.

Bu oluşum içinde dinle büyüyü birbirinden ayırmak amacıyla uzun tartışmalar yapıldığı görülüyor. İslamiyette peygambere doğrudan mal edilen bir mucize olmamasına karşın, Musevilikte ve Hıristiyanlıkta peygamberlere ilişkin çok sayıda mucizeden söz ediliyordu. İslamiyet bu peygamberleri benimsediği için, Müslümanlar arasında büyüye ilişkin ilk sorun, bu peygamberlere, özellikle büyünün atası gibi gösterilen Hazreti Süleyman’a ilişkin olarak anlatılan mucizelerle büyü arasındaki farkı açıklamak gereği ortaya çıkıyordu. Açıklamalarda Hazreti Süleyman’a karşı şeytanla işbirliği yapan kötü insanların büyülerinden söz ediliyor. Bunları yapanların “kafir” olduğu, Süleyman’ın ise hiç bir zaman “kafir” olmadığı söyleniyor. Bu açıklama, ilk bakışta büyüyü tümden yasaklıyormuş gibi görünse de, Süleyman’ın da sırasında büyüye başvurduğunu kabul ettiği için, en azından kötü büyüye karşı iyi büyü yapılması için açık kapı bırakır gibidir. Büyünün halkın içinde İslami kurallara uydurularak varlığını sürdürmesi tartışmaların sürmesine neden olmuş, sonuçta çok farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Çok genel bir yaklaşımla İslamiyet’in büyü karşısındaki tutumu başlıca üç başlık altında toplanabilir.

Birinci yoruma göre büyü “küfürle bir”di (8). Büyüyü bir gerçek olarak kabul eden ancak tümüyle ve ayrım yapmadan yasaklayan bu anlayışa göre, “hesap vermeden ve azap görmeden cennete gidecek olan 70 bin Müslüman arasında efsun kullanmamış ve kuşların uçuşuna göre fal bakmamış olanlar” bulunacaktı. Büyü yapan kadar yaptıran da suçluydu. İkinci yorum Gazali ve İbni Haldun çevresinde gelişen, büyüyü bir anlamda meşrulaştıran yaklaşımdı. 12. yüzyılda yaşayan Gazali için “esrarlarla” (sırlarla) dolu dünyada ruhlar ve cinler alemi gibi büyü de bir gerçekti; bazı “cevherlerin” ve bazı “nücumi” şartlara uygun olarak düzenlenmiş sayıların özelliklerinden kaynaklanan bir “ilim”di. Buna göre, bu büyülü sayıların ve cevherlerin yardımıyla büyülenmek istenen “şeklini alan” büyülü bir biçim (“haykal”) yapılır, büyüye uygun “nücumi” durum beklenir, kötü sözler söylenir ve şeytanın yardımı sağlanırdı. Gazali kötü amaçlarla ve şeytanla işbirliği sağlanarak yapılan bu büyüyü reddediyordu. Ancak büyünün iyi amaçlar için kullanıimasını da doğru bulmuyordu. Kötü büyüye karşı korunmak Tanrı’ya güvenmek ve yakarmakla mümkündü. Öte yandan insanların peygamberlerin işleri ile şeytanın büyülerini birbirinden ayırmak için, uygulamasalar da büyüyü b’ılmeleri gerekiyordu. Bu nedenle de büyü konusunda bilgi sahibi olmuştu.

Gazali’den iki yüz yıl sonra İbni Haldun da “Mukaddime”s\nüe (9) doğaüstü güçlerin varlığını, dolayısıyla büyüyü bir gerçek olarak kabul ediyordu. İbni Haldun büyüyü başlıca üçe ayırıyordu: Hiç bir araç ve aracı kullanmadan Tanrının yardımıyla yapılan “büyü” ya da “keramet”; yıldızlar, araçlar ve aracılar kullanarak yapılan “tılsım”; hayal gücü ile hayali gerçek gibi gösteren “gözbağcılık”. İbni Haldun bunların içinde sadece Tanrı’nın yardımını kabul ediyor, üzerine kutsal sözcükler yazılmış olsa da tılsımı ve gözbağcılığı kabul etmiyordu.

Üçüncü yorum ise 11. yüzyılda yaşamış İbni İshak’ın “al-Fihrist” kitabında açıkladığı “şeriata uygun olan ve olmayan büyü” kavramları etrafında geliştirilmişti. İbni İshak’a göre büyünün esası büyücünün ruhları ve cinleri kendisine itaat ettirmesiydi. Bu iki yolla yapılabilirdi. Büyücü şeriata uygun yolda Tann’nın yardımını sağlayarak, şeriata uygun olmayan yolda ise hediyelerle, haram edilmiş işleri yaparak ruhları ve cinleri kendine bağlayabilirdi. Bu ayrımla ve büyünün Tanrı’nın yardımıyla yapılabilmesi, kötü büyüye karşı iyi büyü yapılmasını kısmen meşrulaştırılıyordu. Şeriata uygun büyünün kaynağı Süleyman peygambere kadar çıkarılıyor, böylece büyü içselleştiriliyordu.

Bu üç yaklaşımda farklılıklar olsa da İslamiyet’te büyüye yaklaşımın esas olarak olumsuz olduğu, hiçbir zaman tam anlamıyla meşru karşılanmadığı söylenebilir. Buna karşın büyü inancının ve muskanın Islamiyet’in etkileriyle biçim ve içerik olarak değişikliğe uğrayarak, çok tanrılı dönemin kavramlannın yerlerini İslami kavramlara bırakarak halkın içinde sürdürüldüğü görülüyor.

Davetname’de Büyü ve Muska

İslamiyetin olumsuz yaklaşımına karşın 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Balıkesirli Firdevsi-i Tavil’in (Uzun Firdevsi) “Da’avatnama” (Davetname) adlı kitabında verdiği bilgiler büyü ve muskanın halkın içinde yaygın biçimde kullanıldığını gösteriyor. Kitabın padişah II. Beyazıt’ın isteği üzerine yazıldığı dikkate alınırsa büyünün padişah katmda da ilgi gördüğü söylenebilir. Can Göknil’in muskalar konusunda çalışırken geniş ölçüde yararlandığını belirttiği Davetname, Anadolu büyüleri ve muskalar konusunda en önemli kaynaklardan birisini oluşturuyor.

Fuat Köprülü İslam Ansiklopedisi’ne (10) kitapla ilgili olarak “ulüm-i garibe eshabı arasında ehemmiyetle telakki edilen davetiyelerin envaından bahıs olup, 8 babdan mürekkeptir” bilgisini veriyor. Yani, Davetname’de, “olağanüstü olaylarla ilgili ilimlere sahip olanlar arasında önem verilen davetiyelerin bir çok çeşidinden” söz ediliyor. Bu açıklama kitabın zengin içeriğine işaret ettiği gibi, “ulüm-i garibe” ya da bugünün Türkçesiyle “olağanüstü olayların bilimi” nitelemesiyle büyünün 15. yüzyılda bir bilim olarak kabul edildiğini gösteriyor.

Malik Aksel, “Anadolu Halk Resimleri” (11) kitabında “davet”i “ruhların çağrılması” anlamında yorumluyor ve Davetname’de “eşya ve ruhlara tasarruf ile sihir ve tılsım yolu”nun açıklandığını belirtiyor. Firdevsi, yazdığı önsözde, kitabı Farsça yazılmış “denenmiş ve düzeltilmiş başka nadir Davetnamelerden çevirdiğini” açıklıyor. Ancak o günün koşullarında çevirilerin yoruma, yeniden yazıma açık bir anlayışla yapılması, Firdevsi’nin bu açıdan kitaba gerekli katkılarda bulunabilecek bilgili, vehmli ve yaratıcı bir yazar olması kitabın çeviri ya da bir derleme olması kadar telif olarak da ele alınmasını olanaklı kılıyor. Buna göre, Davetname’nin sadece İran bölgesine ait “ulüm-i garabe”yi değil, Anadolu’daki inanışları da kapsadığı kabul edilebilir. Kitabın diğer bir özelliği de bu konularda halkın içindeki inanışlara yer vermesi ve konuların yer yer, büyük olasılıkla Firdevsi’nin yaptığı, Malik Aksel’in değerlendirmesiyle “eski halk resminin özelliklerini taşıyan” resimlerle açıklanmasıdır.

Malik Aksel’in Davetname’den aktardığına göre kitabın giriş bölümünde Firdevsi, “hepsi de ulüm-i garibe, ilm-i davet üstadıdır” dediği değişik kaynaklara dayanarak doğaüstü alemi şöyle açıklıyor: “İdris Aleyhisselam bu cümle ülümun üstadıdır. Hak Taala bu alemi vücuda getirdi. İçinde ervahları (ruhları), cinleri ve dahi nari (peri) nurdan halk eyledi.” Firdevsi daha sonra bu yaratıkların çeşitleri olduğunu söylüyor. Buna göre bazı ervah Müslüman, i bazılan Cühud (Yahudi), bazıları ateşperest, bazıları yezdanperesttir l (Zerdüşt). Ayrıca ervahın içinde melekler de vardır. Meleklerin ise vezirleri | (bakanları), kadıları (yargıçları), müderrisleri (öğretmenleri), muhtesipleri (aşayiş ve kamu görevlileri), hatipleri, tercümanları vardır. Firdevsi’ye göre bu | ervahın bazıları havada, bazıları yer altında, bazıları yüce dağlarda, bazıları | harabelerde, hamamlarda, bulutlarda, ocaklarda, mescit, “Kabe-i şerif”, “Kudüs-ü şerif”, “Medine-i Münevvere” gibi kutsal yerlerde bulunurlar.

 

Firdevsi’nin bu açıklamasında, Islami kaynaklardan farklı olarak, doğaüstü dünya, doğrudan Tanrı’ya bağlanarak, doğaüstü yaratıkların bir bölümünün Müslüman, Hıristiyan, Musevi gibi “hak” kabul edilen inançlara sahip oldukları açıklanarak meşrulaştırılıyor ve içselleştiriliyor. Öte yandan bu açıklama doğaüstü dünya ile gerçek dünya arasındaki benzerlik, doğaüstü dünyanın esin kaynağının insanların gerçek dünyası olduğunu daha açık biçimde ortaya koyuyor.

Firdevsi’nin basit gibi görünen bu açıklamaları, büyünün tarih içindeki yolculuğunda önemli bir dönüm noktasını, insanların binlerce yıllık birikim ve yaratıcılıkla ulaşabildiği bütünsel bir kurgulamayı ifade ediyor. Düşsel ve gerçek dünya arasındaki “gerçeklik” ilişkisi her şeyden önce kurgulamanın eksiksiz yapılabilmesine olanak sağlıyor. Açıklamalarda boşluklar kalmıyor. Kurgulama, ana çerçevesini koruyarak gerçek dünyadaki değişimlere uyarlanabilecek bir esneklik kazanıyor. Farklı açıklamalar birbirine eklenebiliyor, birleşerek daha kapsamlı bir ortak açıklama haline gelebiliyor. Düşsel dünya ile gerçek dünya arasındaki benzerlik aynı zamanda kurgulamanın inandırıcılığı için gerekli nesnel dayanakları sağlıyor. İnsanlar, görmeseler de kendi dünyalarına benzer bir dünyanın varlığına daha kolay inanabiliyor.

Davetname büyü ile din arasındaki dizgeleri yeniden kurarken aynı zamanda eski büyü dünyasının çeşitli doğaüstü yaratıklarını, diğer göstergelerini de koruyor. Örneğin, Firdevsi’nin İbni Sina’dan aktararak anlattığı, Tanrı’nın Adem’den önce yarattığı, “başı adam başı gibi, iki eli, iki ayağı adam gibi ama başından ayağına kadar adam yüzü gibi elinde ayağında, karnında, başında dört bin gözü” ve “her yüzünde adam gibi gözü, kaşı, burnu ağzı” olan Sahrennar gibi.

Davetname’nin en ilginç yanı çeşitli amaçlara yönelik olarak hazırlanan tılsımlann cinlerle ve hepsi bir yaratıkla simgelenen burçlarla ilişki içinde olduğunu göstermesidir. Her tılsım cinler dünyasındaki bir yaratığın yardımını | gerektirir. Örneğin, “Suret-i şuca” yılana benzer. Buna bağlanan harfler ve | çizgilerle belirtilen bir tılsımın amacı ve kullanımı şöyle anlatılır: “Bu hatemi (mühür) misk ve safran ile kızların cildine yaza ve dahi mum içine koyup külahında götüre cümle alem gözüne mahbup (sevgili) görünüp muhterem ola (saygı göre) ve dahi şems (güneş) sümbüle burcunun yedinci derecesine geldikte bir pare ak ipek üzerine bu tılsımları misk ve safran ve yağmur suyu II. Beyazıp külahında saklayan kişiye ilm-i kimya, ilm-i simya tahsili kolay gelir”.

Görüldüğü gibi bu örnekte doğaüstü bir yaratığa bağlanan, kullanıma göre şirin görünme, saygı görme ve kolay öğrenme gibi çok işlevli bir muska söz konusudur. Ancak yaratıkla bu işlevler arasındaki ilişki açıklanmıyor. Yaratığın tılsımın işlevlerini yerine getirebilmesi için bu yetilere sahip olması ya da belli dönemlerde bu yetileri kazanması gerektiği düşünülebilir. Eğer böyleyse yaratığın bu yetilere nasıl sahip olduğunun da öyküsü olmalıdır. Ancak kitapta bu öykünün anlatıldığına ilişkin bir açıklama yoktur. Öykü unutulmuş ya da önemsizleşmiştir. Bu durumda yaratığın artık tılsımın nedeni olan somut bir varlık olmaktan çıktığı, tılsımın bir parçası olan soyut bir imge haline geldiği söylenebilir.

 

Benzer bir başka örnekte ise, biri saçları omuzuna dökülen adam başı diğeri geyik başına benzeyen iki başlı bir yaratık tanımlanıyor. Bir selvi ağacının arkasında duran yaratığın bir elinde ney, bir elinde def vardır. Bu şekille birlikte bazı harf ve çızgilerle yapılan muskanın kullanımı şöyle açıklanıyor:

“Bu tılsımı tilki derisine şems sümbülenin yedinci derecesinde iken yazıp götüre cümle alemin gözüne şirin görüne, cemi amali (bütün işleri) rast gele.” Bu örnekte de iki başlı yaratık ve ney, def, selvi ağacı ile tılsım arasındaki ilişkiler bilinmiyor.

İlk örnekte şirinlik ve bilgelik simgesi gibi görünen yılan başka bir örnekte ikişer başlı ikişer elli birbirine sarılmış iki yılan biçiminde ve bu kez “iki kişiyi birbirine düşman etme ve ayırma” tılsımının bir imi olarak ortaya çıkıyor. Kıskaçlarının arasında bir insan başı tutan yengeç “bir kişiyi yoldan döndürme”; önünde bir karga olan, iki başlı, iki kanatlı ejderhaya benzer yaratık “bir kişiye eziyet etme veya helak etme (ortadan kaldırma)” tılsımlarında kullanılıyor. “Muhabbet tılsımı”nın şekli ellerinde çiçekler ve tılsımlar tutan kuş başlı dört elli, kat kat uzun bir elbise giyen, çıplak ayaklı bir insan görünümünde. Muskayla ilgili şu bilgiler veriliyor: “Her kim dilerse avretler (kadınlar) ona muhabbet ede bu sureti bir kağıda yaza ve bu isimleri suretin yukarısına yaza andan sonra ol suretin sinesi (göğsü) üzerine koyup ura ve bu duayı okuya, andan buhur vere ve bu duayı okuya, keza bu daveti okuya, renkli donlar giye, cevahir ile ziynetlene…” Bu muskada her ne kadar cinlerden medet umulsa da tılsımı yapacak olan kişiye güzel ve süslü görünmesi için öğütler veriliyor. Bunlardan başka deniz korkusuna ve deniz tutmasına, yele ve sele karşı muskalar da anlatılıyor.

Davetname’deki tılsımların kamusal alanı Tanrı’ya ve dine bırakarak daha çok birey ve bireyler arasındaki ilişkilerle sınırlanmış bir alanda yoğunlaştığı ve insanlann bu dünyaya yönelik sorunlarının çözülmesi, beklentilerinin gerçekleşmesi amacına yönelik olarak kullanıldığı görülüyor. Bu durum İslamiyet altında dinle büyünün aynı kaynakta birleşmelerine karşın uygulamada birbirinden giderek ayrıldığını ortaya koyuyor. Tılsımların kendilerini var eden öykülerinden kopması, bir “mühür” veya “levha” haline gelmesi sürecinin tılsımı ancak çok özel yetileri olan kişilerin (büyücü) yapabileceği bir iş olmaktan çıkardığı bu bilgilere sahip olan herkesin tılsım yapmasına olanak sağladığını düşündürüyor. Ancak yine de büyü uygulayıcıları dinsel çevrelerden çıkıyor.

 

Günümüzde Büyü ve Muska

İsmet Zeki Eyüboğlu, memleketi olan Trabzon’da yaptığı araştırmalar sonucu yayımladığı iki kitabı, “Anadotu Büyülerr ve “Sevgi Büyüleri”, 20. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’daki büyü inanışları ve muska uygulamaları konusunda geniş bilgiler içehyor (12). Bu kitaplarda, Anadolu’da büyünün bir dileğin gerçekleşmesi, bir kötülüğün engellenmesi, kayıp ya da gizli bir şeyin (define gibi) bulunması, geleceği öğrenme, doğa olaylarını etkileme gibi amaçlarla yapıldığını, en yaygın büyü araçlarından birinin muska olduğu belirtiliyor ve büyüler şu başlıklar altında toplanıyor: “Hastalıkların Giderilmesi”, “Kötülüklerden Korunma”, “Dileklerin Gerçekleşmesi”, “Kız Bağlama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Gözdeğmesini Önleme”, “Ayırma”. Bunların hemen hepsinin insanların yaşamla ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlarla ilgili olduğu görülüyor. Buna karşılık “Gizliliklerin Bilinmesi”, “Şeytanla İlişkiler”, “Cinlerle İlişkiler” gibi “cinler ve şeytanın” dünyasıyla ilı’şkileri gerektiren konular da bulunuyor (13).

Bu dilekler jçinde aşk ve evliliğe ilişkin bazı büyüler olsa da, “Sevgi Büyüleri” kitabında bu konunun büyüler içinde başlı başına bir alan oluşturduğu görülüyor. “Kız Bağlama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Gözdeğmesini Önleme”, “Ayırma” vb. gibi başlıklar altında toplanan “sevgi büyüleri” bu konularda akla gelebilecek hemen bütün ilişkileri kapsıyor.

İsmet Zeki Eyüboğlu’nun kitaplarında ortaya koyduğu büyülerin çeşitliliği ve zenginliği ile yaklaşık beş yüz elli yıl önce yazılan Firdevsi’nin Davetname kitabının kapsamı ve içeriği karşılaştırılırsa büyünün geçen yüzyıllar boyunca çok yaygınlaştığı söylenebilir. Öte yandan bu büyülerde Firdevsi’nin kitabındaki yaratıkların kaybolduğu görülüyor. Bazı büyü levhalarında sadece Arap harfleri veya bu harflerle yazılmış, İslami kaynaklara göndermeler yapan bazı kutsal sözcükler ya da dualar, rakamlar ve geçmiş dönemlerden kalma bazı özel işaretler bulunuyor. Bu yazı ve işaretler levha üzerine serbest olarak yazıldığı gibi bir dikdörtgen, kare, üçgen, daire gibi büyülü tekillerin içine düzgün olarak yerleştirilebiliyor.

örneğin, “Horlamayı Kesme Muskası”nda kağıda Meryem Suresi’nin ilk yedi ayeti düz biçimde yazılmış. Buna karşılık “uzun süre ayrı kalan bir sevgiliye kavuşmak için dizleri bağlayan gizli bağların çözülmesi, yolun açılması, kavuşmayı engelleyen cinlerin kovulması” için yapılan “Dizbağı Çözme Muskası”nda bazı şekiller bir kare içindeki küçük karelere yerleştirilmiş. Yolculuğa çıkan bir kimsenin gece bir yerde uyuyup kalmaması, kötü ruhların saldırısına uğramaması için yapılan, üzerinde sadece kutsal isimler ve sayılar bulunan “Yol Muskası” bugün kullanılan üçgen trafik levhalarına benziyor. Bu şekillerle muskanın konusu arasında doğrudan bir ilişki kurulamıyor.

Bazı muskalarda muskanın konusuyla doğrudan ilgili imlere rastlanıyor. Örneğin “Vurgunculardan Korunma Muskası”nda Kuran’ın “dünya malını biriktirip saklayanları” lanetleyen “Hümaza” suresinin yazıldığı, yazının başına ve sonuna gözleri çok belirgin olan basit bir insan yüzünün çizildiği görülüyor. Bu fı’gürlerin vurguncuları ve onların doymak bilmeyen aç gözlerini simgelediği anlaşılıyor. Bu muskaların İslamiyet sonrasına ait olduğu düşünülebilir. Ancak yukanda sözü edilen “Horlamayı Kesme Muskası”nda hiç bir figure rastlanmazken bu muskada insan yüzünü hatırlatan bir işaretin kullanılması İslamiyetin “suret” resmi konusundaki yasaklamalarına, yeri geldiğinde uyulmadığı da anlaşılıyor.

Bazı levhalarda ise bu harflerin ve işaretlerin özel olarak bir figür oluşturacak şekilde düzenlendiği görülüyor. Örneğin “Saç Dökülmesini Önleme”, “Ya Kısmet”, nazara karşı yapılan “Ya Adem” muskaları göze benziyor. “Uğur Muskası”, evliliği süresince mutlu olması için geline kına yakılırken kullanılan “Kına Uğuru Muskası”, yeni evlenen kadının ilk çocuğunun erkek ve yakışıklı olması ıçin yapılan “Döl Muskası”, “Burç Değişmelerinde Kötülüğü Önleme Muskası”, “Gelin ve Güveyi Bağlama Muskası” ise yüz biçiminde düzenlenmiş.

Bazı muskalardaki yazı ve imler herhangi bir anlam yüklenemeyecek soyut figürlere benziyor. Bunların bazılarının eski figürlü muskaların yazı ve çeşitli imlerle taklit edilmesi ile dönüştürüldüğü, bazılarının ise hat sanatında olduğu gibi birfigür izlenimi verdiği düşünülebilir. Örneğin kızlar için kullanılan “Kısmet Açma Muskası”nın ortasında yer alan figür kollarını açmış bir kızı çağrıştırıyor.

Bazı muskalarda İslamiyet öncesi dönemlerden kalan figürlere yer verildiği görülüyor. Örneğin, “Sevgilileri ve Karı-Kocayı Ayırma Muskası” iki göz dışında soyut figürlerden oluşuyor. İsmet Zeki Eyüboğlu, bu muskanın üzerindeki Arap harfleriyle yazılmış “Allah Ya Hu” yazısının sonradan eklendiğini, tılsımlı şekillerin Mısır kaynaklı olduğuna ilişkin işaretler bulunduğunu belirtiyor. Aynı konuda bir başka muskada ise ağızlarından alevler çıkaran üç yılan ve bir ejderhanın oldukça soyutlanmış figürleri görülüyor. Bu muskada Arapça “yedi” ve “dokuz” harflerinden başka Islami kaynaklara gönderme yapan başka bir ipucu bulunmuyor. Bu konudaki en ilginç örneği, Eyüboğlu’nun Davetname’de benzerinin bulunduğunu belirttiği bir muskanın zamanla değiştirilerek “Yoldan Azdırma” muskası olarak kullanılması oluşturuyor.

Bu örneklerden büyü ve muska uygulamalarının günümüzde tümüyle bireysel bir nitelik kazandığı, biçim ve içerik olarak değiştiği, Davetname’de açıklanan, İslamiyet öncesi unsurların yok olduğu ya da anlamlarını yitirerek soyut figürler haline geldiği, bunların yerini doğrudan İslami kaynaklara göndermeler yapan Arapça yazılmış duaların, kutsal isimler ve simgelerin aldığı görülüyor.

Biçimde islami unsurların öne çıkmasına karşın büyü ve muskanın bireysel kullanımlara dönük bir nitelik kazanmasına bakarak, büyü ile din arasında ilk zamanlarda var olan, birbirini besleyen ve geliştiren doğal ilişkilerin yok olduğunu, alanlarının tümüyle ayrıldığını, dinin daha çok “öteki dünya”, büyü ve muskanın ise daha çok bu dünya ile ilişkili olarak ele alındığını söyleyebiliriz. Bu dönüşüm, aynı zamanda muskanın kendisi yaratan ve besleyen efsanelerden kopuşunu, giderek soyut bir düzleme kaymasını da açıklıyor. İslami yorumlardaki olumsuz yaklaşımların ve hatta yasaklamaların etkili olamadığı, büyü ve muskanın yayılmasını engelleyemediği görülüyor. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun derlemelerinden her büyünün değişik ve ayrıntılı uygulama yöntemleri olduğu anlaşılıyor. Kurallar ve ayrıntılarla büyü ve muska işi tam bir uzmanlık haline getirilmiş. Ancak bu uzmanlaşma, bugün “medyumluk” olarak tanımlanan “cin çağırma”, “geleceği bilme” gibi özel yetenek gerektirdiğine inanılan işler dışındaki büyülerin bu bilgilere sahip kişiler tarafından yapılabilmesini olanaklı kılıyor. Çağdaş büyücüler de eskiden olduğu gibi daha çok din adamları arasından çıkıyor.

Sonuçta büyü ve muska uygulamalarının “kadınların kıllarının dökülmesi” gibi ancak saçma olarak ifade edilebilecek noktalara kadar varması, büyücü için geçmişteki inanç boyutunun önemli ölçüde yok olduğunu, büyünün ticari bir nitelik kazandığını gösteriyor. Buna karşın büyü yaptıran kişinin hala büyüye inanması gerekiyor. Bu durumda geçmişte büyücü ile büyü yaptıran arasındaki içten inanma ilişkisinin yerini günümüzde bir aldatmanın aldığı söylenebilir. Büyü ve muskanın toplumda hala var olması, bu alandaki inançlann binlerce yıla dayanan gücü ve toplumda bilimsel anlayışların yaygınlaşmaması kadar, toplumun hala yaşadığı dünyaya ilişkin işlerinde dünyanın ona sunabildiği olanaklara ve ilişkilere güvenmemesinde aranabilir.

Can Göknil’in Kurgulaması

Can Göknil’in “Muska” sergisinin hazırlık ve kurgulanması aşamasında muskalar dünyasının dört bin yıllık geçmişinde yaptığı gezintiyi izleyerek, belli başlı dönüm noktalarında durarak yaptığımız değerlendirmelere dayanarak, muska ve büyü konusunda insanların dün olduğu gibi bugün de kendi gerçekliklerini bu kurmaca ilişkiler içinde arayarak insanlığın tarihi yanılsamasını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

Büyüler ve muskalar sonuçta insanın bu dünyada daha güvenli bir yaşam ve mutluluk arayışlarının araçlarıdır. Ancak geçmişte bunlara yüklenen kamusal inanç boyutu, yani bu kurmacaların aynı zamanda toplumun genel inancının, dininin oluşmasına kaynaklık yapması onların arkasında yatan gerçek insancıl boyutu, yani güven ve mutluluk arayışını gizlemiştir. Bugün, üzerine giydirilen dinsel kılıflara karşın kamusal inanç alanından tümüyle dışlanmış ve bireysel ilişkiler alanına itilmiş olan büyü ve muska dünyasındaki insancıl boyutun, muskaların isimlerinin alt alta sıralanmasıyla bile, çok daha çarpıcı biçimde ortada olduğu görülüyor. Buna karşın kurmaca ile gerçek arasındaki ilişkilerde eski doğallık ve içtenlikten söz edilemez. Kendisini besleyen kaynaklardan koparılan kurmaca dünya artık aldatıcıdır. Artık yaşamdan beslenmez ve yaşamı beslemez. Bu da bir çelişkidir. İnsanoğlunun binlerce yıl boyunca yarattığı bir kültür, insancıl boyutlarını ortaya koyduğu bir zamanda yozlaşmaktadır. Bu dramatik gelişmenin kaynağında kuşkusuz olayın başından itibaren bir yanılsama üzerine kurulmuş olması yatmaktadır. Bu kaçınılmaz sona karşın, binlerce yıldır insanların yaşamlarını bu yanılsamalar etrafında kurgulamayı sürdürmesi karşısında, bu durumun sıradan bir olgu olmadığı insanoğlunun en temel çelişmelerinden biri olduğu da söylenebilir.

Her insanlık durumu insancıl bir sorunsala işaret eder, bu nedenle aynı | zarnanda sanatsal bir durumdur ve sanatsal olarak ifade edilmek ister, bunu hakeder. Can Göknil’in “Muskalar”ı, her ne kadar taşıdıkları isimlerle kolay öyküsel çağrışımlar yapsa da köklü bir insanlık durumunun sanatsal bir Ifadesidir.

Büyü ve muskalarla ilgili olarak yanılsama değerlendirmeleri yapmakla blrlikte Can Göknil’in, Claude Levy-Strauss’un “Din ve Büyü” kitabında öyküsünü anlattığı büyüden kuşkulanan olumsuzlayıcı Quesalid (14) olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Onun yaklaşımı olumlama ya da olumsuzlamanın ötesinde büyü ve muskaların yarattığı sanatsal dünyayı bir sanatçı olarak tanımak, binlerce yıllık muskaları yeniden tasarlarken bir bakıma bu öyküyü yeni bir düzleme taşımak, bu insanlık durumuna kendisini yeniden ifade edebileceği sanatsal ortamı sunmaktır.

Can Göknil muskalarını tasarlarken, daha çok İsmet Zeki Eyüboğlu’nun verdiği muska isimlerinden hareket etmiş. Yani muska konusuna insancıl boyutu içinde yaklaşmış. Muskalarına koyduğu isimler bunu gösteriyor: “Hastalıkları İyileştirme”, “Sevenleri Kavuşturma”, “llham Verme”, “Bebekleri Koruma”, “Eş Arama”, “Güzeli Soyma”, “Gebelik”, “Çoban”, “Ayrılıkları Giderme”, “Kahramanlık”, “Yemişleri Oldurma”, “Mutluluk”, “Güzelliği Sürdürme”, “Av”, “Yel ve Selden Korunma”, “İktidar”, “Kavuşma”, “İneğin Sütünü Bollaştırma”, “Muhabbet”, “Kötülüğü Önleme”, “Sakal Çıkarma”, “Sevenleri Kavuşturma”, “İki Kişiyi Ayırma”, “Deliliği Önleme” muskaları gibi. Bunların yanı sıra “Cinlerden Korunma”, “Cinleri Kandırma”, “Şeytan Düğünü” gibi doğaüstü yaratıklara karşı muskalar da var.

Can Göknil hepsi isimleriyle hemen bir öykü çağrıştıran bu güncel muskaları eski antik çağ muskalarından, yani muskaların öyküsüne uygun olarak düşsel bazı figürler ve imlerle betimleme uygulamasından esinlenerek yeniden kurgulamış. Düşsel yaratıklar, figürler, imler tasarlamış. Bunları öyküye uygun olarak bır araya getirmiş. Bu sanatsal düşünüş ve ifade ediş sonuçta ortaya fantastik bir dünya çıkarmış. Bu dünyanın mitolojik ve doğaüstü yaratıkları insanı hemen çekiyor.

Can Göknil, bu sanatsal arayış ve ifade ediş çabalarında bugün kendisini besleyen kaynaklardan kopan ve yozlaşan muskaları kendisini yaratan ilk dünyaya taşıyor ve burada yeniden ifade ediyor. Bir bakıma onları arındırıyor ve doğallaştırıyor. Bu doğallaştırma sonucu ortaya çıkan gerçeküstü dünyanın saflığı, muskaların ardındaki insancıl boyutu ve insanlığın kendi gerçekliğiyle çelişmesini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Can Göknil’in muskaları taşıdığı sanatsal boyutun yanı sıra üzerinde dolaştığı sanatsal düzlem bakımından da ilgiye değer. Kabul etmek gerekir ki Türk mitoloji dünyası sanatçılarımıza kuyumcularımıza verdiği esin kadar esin verememiştir. Mitolojik nesnelerden hareketle yapılan kolyeler, küpeler, broşlar, yüzükler vitrinleri, tezgahları süslüyor. Buna karşın birkaç sanatçı dışında mitolojik dünyaya sanatsal olarak yaklaşan pek yok. Can Göknil koşullara ve sanatçının yaklaşımına göre mitolojinin saf, yalın ve çok renkli dünyasının her zaman yeni esinler verebileceğini gösteriyor.

Can Göknil’in Büyülü Dünyası

Can Göknil muskalannı tasarlarken içerik kadar biçim ve teknik olarak da muskalardan esinlendi. Eski muskaların biçimlerinden yeni ve zengin biçimler yarattı. Bunları özel tekniklerle ve malzemelerle uyguladı. Heykeller, tuvaller, gravürler, pişmiş topraktan tabletler yarattı.

Can Göknil’in muskaları tek tek sanatsal değerler taşısa da esas olarak konusal bir bütünlük gösteriyor. Hepsi tek tek bir öykü sunan muskalar bir araya geldiklerinde öyküleri bütünleşiyor, dört bin yıllık muskalar dünyasını ortaya koyabiliyor. Bunda “Muskalar” sergisinin, aynı zamanda, başından beri Milli Reasürans Sanat Galerisi için tasarlanmış olmasının da rolü var. Galerl’nin ortamı ve sağladığı sergileme olanakları yapıtların biçimini, çeşitliliğini etkiledi.

Kuş Adam Anzu ve Kader Tabletleri efsanesi “Muskalar” sergisinin ana konularından biri, Can Göknil’in düşlediği Anzu, açık kanatları, baş ve pençeli ayaklarıyla biraz kartalı, gövdesiyle biraz pengueni anımsatıyordu. Kağıt üzerindeki eskiz marangoz Serkis Usta’nın atölyesinde biri büyük ikisi küçük üçahşap heykele dönüştü. Anzu’nun iki küçük benzeriyle “Anzu ve ailesi”ni oluşturan sanatçı. Anzu heykelinin üzerine düşlediği mitolojik dünyadan çeşitli varlıkları resimledi. Sanki düşsel dünyasını Kuş Adam’ın gövdesinde belirginleştirdi. Selçuklu kartalına benzer görünümü ve çocuklarıyla ilk başta tanıdık gibi gelen Anzu, üzerinde taşıdığı mitolojik dünya ile birden düşsel birvarlık haline geliyor. Anzu karşısında yaşanan bu yabancılaşma mitolojik varlıklann düşsel değil “gerçek” olduğu yanılsamasını duyuruyor.

Öykünün öteki unsuru olan Kader Tabletleri’nin esin kaynağı ise sanatçının British Museum’da gördüğü silindir mühürlerden çıkarılan levhalar. Toprak levhaların üzerine işlenen çok yalın figürler Nasip İyem’in heykel atölyesinde pişirilerek Kader Tabletleri haline geldi. Büyü ve muska uygulamaları son derece zengin biçimler içeriyor. 1924-1926 yıllan arasında Mezopotamya’da eski Ur kenti harabelerinde yapılan kazılar sırasında evlerin temellerine veya duvarlarına gömülmüş, içlerinde koruyucu hayvan heykelcikleri bulunan kutular bulunmuştu. Sanatçı bu tılsımlı kutuları da tekrar yorumladı.

Can Göknil çinko gravürleri de bir muska uygulaması olarak kullandı. gravürleri baskıdan sonra renklendirdi. Gravür çalışmlarından bazı başlıklar şöyle: “Av”, “Soyunu Sürdürme”, “Yol”, “Evi Koruma”, “Kısmet Açma”, ığün”, “Geleceği Görme”.

Muskaların en eski ve en yaygın uygulaması önce duvar, deri, ağaç kabuğu, taş üzerine daha sonra kağıda çizilen gizemli figür ve imler. Sanatçı bu türden muskalar için tuvali seçti. Esin kaynağı Firdevsi’nin Davetname’sindeki açıklamalar ve resimler. Malik Aksel bu resimleri şöyle değerlendiriyor: “Bu hususta halk söylentileri kitapta yer aldığı gibi resimler de halk resimlerinden farksızdır. Bu resimler şablonumsu birbihnin eşi yuvarlak çehrelerle görünmeleriyle beraber sulu boya krokilere benzerler. İhtimal ki bu resimleri alimin kendisi yapmıştır. Çünkü Uzun Firdevsi hüsnü hatta, yeni tabirle güzel yazıya vakıf olduğundan resim de bir çeşit yazı sayıldığından bu resimleri kendisinin yapmış olması ihtimal dahilindedir. Bu resimlerde minyatürcülerin geleneğe bağlı inceliklerinden eser yoktur… Bunlar eski halk resimi özellikleri taşıdıkları halde Firdevsi eserini ziba (süslü M.U.) bir nüsha olarak ifade eder. Halbuki gerek ifadede gerek resimlerde bunu görmek mümkün değildir. Bu büyük ve kıymetli eser halk inanışlarına dayandığı için halk ifadesine yer verilmiş, resimler de minyatürlerden çok halk resimleri sırasına girebilecek özellikler taşırlar. Bunlar renkli olmakla beraber kesin renklere rastlanılmamaktadır. Figürlerin çoğu zeytin yeşili rengindedir. Bazen de renkler çizgilerden taşmış bulunmaktadır. Yüzler, hatta hareketler kısmen birbirinin eşi, yahut bunlara üsluplaşmış eski halk resimleri de denebilir.” Malik Aksel geleneksel “halk resmi” olarak değerlendirdiği Davetname’dek\ resimlerde orana dikkat edilmediğini, manzaraya yer verilmediğini, figürlerin boşlukta durduğunu, erkek ve kadın yüzlerinin birbirine benzediğini belirtiyor (15).

Can Göknil tuvallerinde ortaya çıkan figürler ve kompozisyon eski halk resminden doğal olarak uzak. Gravürlerinde ve pişmiş toprak tabletlerinde halk resminin basit çizgilerini tercih eden, orijinal figürleri çağdaş tekniklerle yineleyerek, Davetname’üek’ı figürlerin şablon niteliklerine karşı zengin bir figürasyonla karşı çıkarak, eski ve yeni arasındaki gerilimi sanatsal düzlemde aşan ve zaman dışı bir izlenim vermeyi başaran sanatçı tuvallerinde resim sanatının olanaklarından yararlanarak, daha önce “Yaratılış Efsaneleri” ve “Anadolu Tanrıçalan”nda ortaya koyduğu çizgiyi sürdürüyor. Ancak bu resimler manzaraya yer verilmemesi, figürlerin boşlukta durması gibi özellikler bakımından Firdevsi’nin resimlerine benziyor. Bu özelliklerin yanı sıra daha çok pastel renklerin kullanılması, resimlerin konularına uygun düşsel bir etki yaratmasını sağlıyor. “Hastalık Muskası”, “Sevenleri Kavuşturma Muskası”, “İlham Muskası”, “Eş Arama Muskası”, “Güzeli Soyma Muskası”, “Gebelik Muskası”, “Ayrılıkları Giderme Muskası”, “Kahramanlık Muskası”, “Mutluluk Muskası”, “Av Muskası”, “Yel ve Sel Muskası”, “İktidar Muskası” “Kavuşma Muskası” gibi isimler taşıyan bu resimlerin hepsi ikonografik açıdan da çözümlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Muskaların saklanması da zaman içinde sanatsal ürünler ortaya çıkarmış. Muskalar bir yerde saklanabileceği gibi üstte de taşınabiliyor. Muskaların saklanması için kese, madalyon, kutu gibi çeşitli “muska muhafazaları” yapılmış. Bu muhafazalar, muska sahibinin maddi durumuna göre altın ve gümüşten yapıldığı gibi çok sade de olabiliyor. Muskalar katlanıp, balmumlu kağıtlara ya da muşambaya sarılıyor, bir iple boyuna asılıyor, bazen koltuk altında saklanıyor ya da giysiye iliştiriliyor. Bedevi kızlar “hurz” denilen muskalıkları broş gibi takıyorlar. Koldan geçirilerek boyna çapraz asılan muskalara “Hamail” deniyor.

Can Göknil silindir mühürlerin muhafazalarına benzeyen muskalıklar tasarladı. Çinko tabakaları yuvarlayarak silindir haline getirdi. Üzerine kazıma tekniğiyle figürler işledi. Hamailler yerine göre çok süslü olduğu için o da muskalıklarını yine kurşundan yapılmış pullarla süsledi. Pulların üzerine belli belirsiz ay-yıldız damgası vurdu. Bu simge uzaktan eski kadın başlıklarındaki süsleri anımsatan pullara bir anda çağdaş bir nesne özelliği kazandırıyor. Sanki muskaların gizli güncelliğine gönderme yapıyor.

Daha önceki sergilerinde de görülen (örneğin “Yaradılış Efsaneleri” sergisinde “fırıncı küreği” üzerine çalışmalar gibi) ve bu tarz çalışmaları seven sanatçı yine ahşap üzerine akrilik boya ve altın varakla figürlerini, tuvallerindeki gibi yalın bir biçimde işledi. Figürleri ahşap üzerinde tutturulmuş bir kurşun çerçeve ile çevreledi. Sanatçının daha önceki yapıtlarında da malzeme olarak kullandığı kurşunun büyü dünyasında, nazara karşı (“kurşun dökme”) koruyucu olarak kullanıldığı biliniyor. Sanatçı “İneğin Sütünü Bollaştırma Muskası”, “Cinleri Kandırma Muskası”, “Muhabbet Muskası”, “Kurşun Muskası”, “Şeytan Düğünü”, “Kötülüğü Önleme Muskası”, “Sakal Çıkarma Muskası” gibi adlar verdiği bu tahta panoları çinko silindirik muhazalarla birleştirdi. Ayrıca gürgen panolar üzerine de resimler yaptı.

Sonuç olarak Can Göknil’in “Muskalar” konusunda ortaya koyduğu özgün yapıtlar, mitolojinin çağdaş ve insancıl yorumlanmasıyla, değişik teknikler ve malzemelerle sağlanan zengin biçimleriyle ortaya etkileyici, sanatsal bir şölen sunuyor. Bu esinle, dünyanın yeni bir bin yıla hazırlandığı bir dönemde, hepimizin dikkati geleceğe yönelmişken, binlerce yıl öncesinden gelen esinlehn hala sanatsal yaratıcılıkları bu denli kışkırtabiliyor olmasının, bütün gelişim ve değişimlere karşın insanlığın derinlerden akan büyük ırmağının sanatı beslemesini ikibinli yıllarda da sürdüreceğinin işareti olduğunu söyleyebiliriz. Bu duygu, bir muska gibi, insana güven veriyor.

 

 

 

 

 

1     Divanü Lügat-it Türk Tercümesi- Cilt 3, Çeviren (trans: Besim Atalay, TDK Yayınlan, 1986, Ankara, s. 228

2 Divanü Lügat-it Türk Tercümesi- Cilt 2, Çeviren trans: Besim Atalay, TDK Yayınları, 1986, Ankara, s. 19

3 Divanü Lügat-it Türk Tercümesi- Cılt 4, Çeviren trans: Besim Atalay, TDK Yayınları, 1986, Ankara, s. 96

4    İslam Ansiklopedisi, Cilt 10, MEBYayını, 1993,s.599

5   İslam Ansiklopedisi, Cilt 5/1, MEBYayını, 1993,8.172-173

6 Bu bölümdeki bilgiler için bak. Abdülkadir inan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, TTK Yayını, 1972, Ankara, s.14 vd.

Bu bölümde anlatılan bilgiler için bak. tslam Ansiklopedisi, Cilt 10, MEBYayını, 1993, s.599 vd.

8 agy. (Müslim, Kitab al zühd ve Kitap al-salam)

9 Ibni Haldun, Mukaddime, Çeviren:

Turan Dursun, Onur Yayınları, 1977, Ankara, s.137 vd.

 

10    Bu bölümde anlatılan bilgiler için bak. islam Ansiklopedisi, Cilt 4 içinde Fuat Köprülü “Firdevsi”, MEB Yayını, 1993, s.649 vd.

11    Bu bölümde verilen bilgiler için bak.

Malik Aksel, Anadolu’da Halk Resimleri, istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını No: 368, 1960, Istanbul

 

12   IsmetZeki Eyüboğlu, Anadolu Büyüleri (istanbul: Der Yayınları, 1987), Sevgi Büyüleri (istanbul: Der Yayınlan, 1995).

 

13     İsmet Zeki Eyüboğlu’nun alt başlıkları büyüler ve muskalar konusunda daha kapsamlı bilgiler veriyor. “Hastalıkların Giderilmesi” başlığı altında şu büyüler bulunuyor: “Sarılık Kesme”, “Siğilleri Giderme”, “Bebeklerde Kusmayı Önleme”, “Hıçkınk Kesme”, Romatizmayı Giderme”, “Göğüs Ağrılarını Giderme”, “Öksürüğü Kesme”, “Titremeleri Giderme”, “Kulak Ağrılarını Kesme”, “Göz Ağnlarını Giderme”, “Bel Ağrılarını Geçirme”, “Baş Ağrılarını Geçirme”, “Karın Ağrısını Giderme”, “Ay Çarpmasını Giderme”, “Dizbağını Çözme”, “Çocukları Uyutma”, “Görmeyi Sağlama”, “Dil Çözme”, “Diz Ağnlannı Giderme”, “Kuruntuyu Giderme”, “Diş Çıkarma”, “Kolay Doğum Yapma”, “Çocuk Ölümünü Engelleme”, “Çocukları Uyutma”, “Boğmacayı Giderme”, “Dil Tutukluğunu Giderme”, “Burun Kanamalarını Dindirme”, “Deliliği Önleme”, “Şişmanlatma”, “Doğumu Durdurma”, “Saç Dökülmesini Önleme”, “Şeytan Tırnağını Yoketme”, “Gebeliği Önleme”, “Can Sıkıntısını Giderme”, “Sıkıntıyı Giderme”, “Uykusuzluğu Önleme”, “Diş Çıkarma”, “Kuduzu Önleme”, “Kulak Uğultusunu Giderme”, “Karın Şişini indirme”, “Horlamayı Kesme”, “Yara iyileştirme”, “Uyuzu Giderme”, “Bulantıyı Kesme”, “Sancıları Giderme”, “Bebeğin Emmesini Sağlama”, “Mezarlıklardan Korkmayı Önleme”, “Issızlıktan Korkmayı Önleme”, Çocuklarda Korkuyu Önleme”, “Çocukların Yatağa Işemelerini Önleme”, “Sakal Çıkarma”. “Kötüliiklerden Korunma” büyülerinin arasında “Bebekleri Koruma”, “Lohusayı Koruma”, “Düşman Şaşırtma”, “Evi Koruma”, “Yıldırımdan Korunma”, “Düşman Çatlatma”, “Düşman Bağlama”, “Kötülüğü Önleme”, “Yılandan Korunma”, “Kazadan Korunma”, “Ekinleri Koruma”, gibi başka insanlardan, canlılardan ve doğadan cana ve mala yönelik gelebilecek tehlikelere karşı olanların yanı sıra, “Evi Cinlere Karşı Koruma”, “Canavarları Bağlama”, “Kötülüklerden Arınma”, “Büyü Çözme”, “Göz Bağlama” gibi cinlerden ve şeytandan gelebilecek tehlikelere karşı korunma büyüleri de yer alıyor. “Dileklerin Gerçekleşmesi” başlığı altında toplanan büyüler, “Tatlı Dilli Olma”, “Mutlu Olma”, “Bılgili Olma”, “Büyüme”, “Alınyazısı Okuma”, “Burçlarını Öğrenme”, “Başarı Sağlama”, “Eş Arama”, “Güzel Kız Doğurma”, “Birbirini Sevdirme”, “Güzelliği Sürdürme”, “Özlem Gıderme”, “Kısmet Açma”, “Döl Alma”, “Gelin Uğuru”, “Güzeli Soyma”, “Kız Kaçırma”, “Evliliği Kuvvetlendirme”, “Kadını Yumuşatma”, “Kocayı Yumuşatma”, “Bağlılık Saglama”, “Yemişleri Oldurma”, “Ocak Tüttürme”, “Suları Kurutma”, “Güneş Açtırma”, “Kazancı Arttırma”, “ineğin Sütünü Çoğaltma”, “Zengin Olma” gibi tümüyle bu dünyaya yönelik beklentilere ılişkindir.

 

14 Claude Levi Strauss, Din ve Büyü, Yol Yayınları, 1983, Istanbul

 

15   MalikAksel, age, s. 171